Bir "Ergenekon tanığı"nın duruşma izlenimleri

~ 14.07.2012, Can DÜNDAR ~

6 adımlık bir odada 6 saat
Silivri’de 2 gün, toplam 10 saati Ergenekon duruşmasında geçirdim. İlk gün 6 saat bir odada tecrit edilmiş halde sıramı bekledim. O gün 2 saat, sonraki duruşmada da 8 saat olmak üzre toplam 10 saat kürsüde ifade verdim. Sanki bir doktora jürisindeydim. Tez konum “Ergenekon”du ve ben adeta tanık değil, bilirkişiydim.

Bir Vah Gogh tablosunun içinden geçer gibi, yüzünü güneşe dönmüş ayçiçeği tarlalarını yararak yaklaşıyoruz Silivri’ye...
Bir tepeyi aşana dek, kendini göstermiyor cezaevi...
Sonra birden jandarma kontrol timi yolu kesiyor.
Ayçiçeklerinin yerini dikenli teller alıyor.
Ve aniden toprak, betona dönüyor.

Neye şahidim?
Yol boyu Ergenekon davasında tanıklığa neden çağrıldığımı düşünüyorum.
Davete sebep Ecevit’in hastalığına dair röportajımız mı?
“Ergenekon” kitabımız mı?
Konuya ilişkin yazılarım mı; bilmiyorum.
Ama rahat değilim; gerginim.
Yaz ortası tatili kesip takım elbiseyi giymiş, gelmişim. İçerdekilerin bir kısmı yıllarca Ankara’da birlikte gazetecilik yaptığım meslektaşlarım... Birkaçı arada söyleştiğim haber kaynağım... Çoğu, hiç tanımadıklarım... Bir kısmı ise aleyhlerine suçlayıcı yazılar yazdığım, siyaseten hesaplaştığım isimler...
Bazılarının bilgisayarında bulunan “vatan hainleri” listesinde adım çıkmış.
Kimine göre “2. Cumhuriyetçi”yim, kimine göre “Soros’un adamı” ya da “Alman ajanı”...
Şimdi “dostlar” ile “hasımlar” bir “torba dava”da bir araya kıstırılmış, silahlı terör örgütü kurmaktan yargılanıyor.
Yargılandıkları davanın adı, bizim 15 yıl önce kitabını yazdığımız örgütle aynı...
Susurluktan sonra “Sorumlular yakalansın, yargılansın” diye kampanya açmışız.
Sonra gün gelmiş yeraltından bombalar çıkmış, suçladığımız kimi isimler yakalanmış, dava açılmış, “Nihayet” diye yazılar yazmışız.

Akla kara
Mahkeme “İşte kitabını yazdığınız örgüt karşınızda...” diyecek.  Öyle mi acaba?
Öyleyse iddianamede sayfa sayfa anlatılan “sivil toplum örgütlerini birleştirmek”, “parti kurmaya çalışmak”, “Hükümeti devirmek amacıyla mitingler düzenlemek” suçlamaları ne?
Bunlar terör faaliyeti değil ki; en temel demokratik haklar...
Ne yapacağım?
Akla karayı nasıl ayıracağım?
Kafamda bu düşüncelerle girdim “Silivri kompleksi”ne...

“Burası Silivri, burdan çıkış yok!”
Meğer “gazeteci” kimliğimle salona yanlış kapıdan girmişim. Oysa o gün orada gazeteci değilim; “şahit”im...
Sanık avukatları ve aileleriyle aynı yerde bulunmalıymışım.
Hâkim ve savcıların girdiği arka kapıya yönlendiriliyorum. Oranın girişindeki bekleme odasına alınıyorum. Odaya girip çıkan korumalar, mübaşirler, görevliler ilgisini esirgemiyor, sağolsunlar. Ama yine de yalıtılmışlık hissi fena...
Bir ara avluda voltaya çıkıyorum. Duruşmayı izlemeye gelen gazeteci ağabeyimiz Mete Akyol’la tel örgü önünde buluşup hatıra fotoğrafı çektiriyoruz.
Kafesteymiş gibi hissediyoruz.

En kötüsü: Kanıksama
Saat 10’da başlayan bekleyişte sıranın bana gelmesi 16’yı buluyor.
İnsan, 3 adıma 6 adımlık bir odada 6 saat bekleyince, burada 3 sene geçirmenin nasıl bir cehennem olduğunu çok daha iyi anlıyor.
Dışarıda sel gibi akan kum saatinin, içerde nazlanarak damlamasına hayret ediyor.Yalnızlığın kemirgenliğinin ayırdına varıyor.
Hele çevrede fink atan ring araçlarını, KCK davası için yaptırılan büyük mahkeme inşaatını görünce ve “Burası Silivri, buradan çıkış yok” efsanesini bilince hepten kasvet basıyor.
Bir avuç ailenin çırpınışı, basının kayıtsızlığı, kamuoyunun kanıksamışlığı ve seyircisi giderek azalan bir davanın ıssızlığı, kasveti katlıyor.
Bunları düşünürken nihayet “Sıra sizde” deyip salona buyur ediyorlar.
2 güne yayılacak ve toplam 10 saat sürecek tanıklığım başlıyor.
O fasıl da yarına...

 

Balbay ve Özkan’la ayaküstü sohbet
Silivri’de Ergenekon’un, Balyoz’un, Oda TV davasının ilk heyecanı dinmiş.
Yeni heyecan, KCK davası...
KCK’lılar, sanıkları, aileleri, avukatları, güvenlik önlemleriyle Silivri’ye damgasını vurmuş. Balyoz sanıklarının ailelerinin kampus dışında kurduğu çadırın yakınına KCK’lıların aileleri çadırlarını kurmuş.
Belki de bir dönem Güneydoğu’da karşılıklı endişeyle bekleşen aileler, şimdi aynı tutukevinin kapısındaki karşılıklı çadırlarda adalet bekliyor.
KCK’lılar gelince Ergenekon, küçük salona alınmış.
Dışardan bakınca Cumhuriyet tarihinin en büyük davalarından birinin burada görüldüğünü tahmin etmek zor. Dalga dalga tutuklanan ünlü sanıklarıyla başta çok ilgi çeken yargılama, davaların birleştirilmesiyle şiştikçe şişmiş, 4. yılına yaklaşırken kamuoyu ilgisini kaybetmiş. Birkaç vefakâr izleyici, uzmanlaşmış gazeteci ve aileler dışında, takip eden yok gibi...
En kötüsü de bu umursamazlık ve kanıksanmışlık tabii...

Salon
Salon küçük dediysem, yine de basket sahası büyüklüğünde...
Bir uçta 3 kişilik mahkeme heyeti kurulu...
Karşısı, dinleyicilere ve basına ayrılmış.
Aradaki alanda, yüzleri heyete dönük sanıklar oturuyor.
Sanıkların sağında avukatları var. Birbirlerine çok yakınlar.  Sol kürsüde savcı tek başına...
Tanık kürsüsü hâkimler kürsüsünün eteğinde... Ama yer dar... Konuşurken sanıkların soluğu ensenizde...
Salonun dört yanında jandarmalar bekliyor. Yarım saat arayla nöbet değiştiriyorlar.

“Kepazelik!”
Salona basının ve dinleyicilerin girdiği arka kapıdan giriyorum. Ankara’da uzun yıllar birlikte gazetecilik yaptığımız eski meslektaşları, Mustafa Balbay’ı, Tuncay Özkan’ı görüyorum.
Tuncay‘ın üzerinde yine beyaz gömleği var. Aramız 10 adım... Uzaktan görüp sesleniyorum:
“-Nasılsın Tuncay?”
“-Görüyorsun işte... Kepazelik!”
“-Az kaldı çıkmanıza” diye teselliye çalışıyorum.
“-Yatıyoruz. Sen ne yapıyorsun?”
“-Yazıyoruz.”
Sesleniyor Tuncay:
“Balbay, bak Can geldi.”
Mustafa Balbay, gri takım elbisesi içinde mahkemeyi teftişe gelmiş bir milletvekili gibi... Yüzünde bildik tebessümü...
“Şükür görüştürene” diye sesleniyor. Uzaktan hasret gideriyoruz.Kamuoyunun aksine, pek tahliyeden umutlu değil gibiler.
Belki durumu içerden çok daha iyi gözlediklerinden, belki de hayal kırıklığının tahribatını bizden iyi bildiklerinden...Yine bir haberi birlikte izler gibiyiz; şu farkla ki, bu kez haberin kahramanı onlar; ben tanığım.

(Milliyet

Bir Vah Gogh tablosunun içinden geçer gibi, yüzünü güneşe dönmüş ayçiçeği tarlalarını yararak yaklaşıyoruz Silivri’ye...
Bir tepeyi aşana dek, kendini göstermiyor cezaevi...
Sonra birden jandarma kontrol timi yolu kesiyor.
Ayçiçeklerinin yerini dikenli teller alıyor.
Ve aniden toprak, betona dönüyor.

Neye şahidim?
Yol boyu Ergenekon davasında tanıklığa neden çağrıldığımı düşünüyorum.
Davete sebep Ecevit’in hastalığına dair röportajımız mı?
“Ergenekon” kitabımız mı?
Konuya ilişkin yazılarım mı; bilmiyorum.
Ama rahat değilim; gerginim.
Yaz ortası tatili kesip takım elbiseyi giymiş, gelmişim. İçerdekilerin bir kısmı yıllarca Ankara’da birlikte gazetecilik yaptığım meslektaşlarım... Birkaçı arada söyleştiğim haber kaynağım... Çoğu, hiç tanımadıklarım... Bir kısmı ise aleyhlerine suçlayıcı yazılar yazdığım, siyaseten hesaplaştığım isimler...
Bazılarının bilgisayarında bulunan “vatan hainleri” listesinde adım çıkmış.
Kimine göre “2. Cumhuriyetçi”yim, kimine göre “Soros’un adamı” ya da “Alman ajanı”...
Şimdi “dostlar” ile “hasımlar” bir “torba dava”da bir araya kıstırılmış, silahlı terör örgütü kurmaktan yargılanıyor.
Yargılandıkları davanın adı, bizim 15 yıl önce kitabını yazdığımız örgütle aynı...
Susurluktan sonra “Sorumlular yakalansın, yargılansın” diye kampanya açmışız.
Sonra gün gelmiş yeraltından bombalar çıkmış, suçladığımız kimi isimler yakalanmış, dava açılmış, “Nihayet” diye yazılar yazmışız.

Akla kara
Mahkeme “İşte kitabını yazdığınız örgüt karşınızda...” diyecek.  Öyle mi acaba?
Öyleyse iddianamede sayfa sayfa anlatılan “sivil toplum örgütlerini birleştirmek”, “parti kurmaya çalışmak”, “Hükümeti devirmek amacıyla mitingler düzenlemek” suçlamaları ne?
Bunlar terör faaliyeti değil ki; en temel demokratik haklar...
Ne yapacağım?
Akla karayı nasıl ayıracağım?
Kafamda bu düşüncelerle girdim “Silivri kompleksi”ne...

“Burası Silivri, burdan çıkış yok!”
Meğer “gazeteci” kimliğimle salona yanlış kapıdan girmişim. Oysa o gün orada gazeteci değilim; “şahit”im...
Sanık avukatları ve aileleriyle aynı yerde bulunmalıymışım.
Hâkim ve savcıların girdiği arka kapıya yönlendiriliyorum. Oranın girişindeki bekleme odasına alınıyorum. Odaya girip çıkan korumalar, mübaşirler, görevliler ilgisini esirgemiyor, sağolsunlar. Ama yine de yalıtılmışlık hissi fena...
Bir ara avluda voltaya çıkıyorum. Duruşmayı izlemeye gelen gazeteci ağabeyimiz Mete Akyol’la tel örgü önünde buluşup hatıra fotoğrafı çektiriyoruz.
Kafesteymiş gibi hissediyoruz.

En kötüsü: Kanıksama
Saat 10’da başlayan bekleyişte sıranın bana gelmesi 16’yı buluyor.
İnsan, 3 adıma 6 adımlık bir odada 6 saat bekleyince, burada 3 sene geçirmenin nasıl bir cehennem olduğunu çok daha iyi anlıyor.
Dışarıda sel gibi akan kum saatinin, içerde nazlanarak damlamasına hayret ediyor.Yalnızlığın kemirgenliğinin ayırdına varıyor.
Hele çevrede fink atan ring araçlarını, KCK davası için yaptırılan büyük mahkeme inşaatını görünce ve “Burası Silivri, buradan çıkış yok” efsanesini bilince hepten kasvet basıyor.
Bir avuç ailenin çırpınışı, basının kayıtsızlığı, kamuoyunun kanıksamışlığı ve seyircisi giderek azalan bir davanın ıssızlığı, kasveti katlıyor.
Bunları düşünürken nihayet “Sıra sizde” deyip salona buyur ediyorlar.
2 güne yayılacak ve toplam 10 saat sürecek tanıklığım başlıyor.
O fasıl da yarına...

 

Balbay ve Özkan’la ayaküstü sohbet
Silivri’de Ergenekon’un, Balyoz’un, Oda TV davasının ilk heyecanı dinmiş.
Yeni heyecan, KCK davası...
KCK’lılar, sanıkları, aileleri, avukatları, güvenlik önlemleriyle Silivri’ye damgasını vurmuş. Balyoz sanıklarının ailelerinin kampus dışında kurduğu çadırın yakınına KCK’lıların aileleri çadırlarını kurmuş.
Belki de bir dönem Güneydoğu’da karşılıklı endişeyle bekleşen aileler, şimdi aynı tutukevinin kapısındaki karşılıklı çadırlarda adalet bekliyor.
KCK’lılar gelince Ergenekon, küçük salona alınmış.
Dışardan bakınca Cumhuriyet tarihinin en büyük davalarından birinin burada görüldüğünü tahmin etmek zor. Dalga dalga tutuklanan ünlü sanıklarıyla başta çok ilgi çeken yargılama, davaların birleştirilmesiyle şiştikçe şişmiş, 4. yılına yaklaşırken kamuoyu ilgisini kaybetmiş. Birkaç vefakâr izleyici, uzmanlaşmış gazeteci ve aileler dışında, takip eden yok gibi...
En kötüsü de bu umursamazlık ve kanıksanmışlık tabii...

Salon
Salon küçük dediysem, yine de basket sahası büyüklüğünde...
Bir uçta 3 kişilik mahkeme heyeti kurulu...
Karşısı, dinleyicilere ve basına ayrılmış.
Aradaki alanda, yüzleri heyete dönük sanıklar oturuyor.
Sanıkların sağında avukatları var. Birbirlerine çok yakınlar.  Sol kürsüde savcı tek başına...
Tanık kürsüsü hâkimler kürsüsünün eteğinde... Ama yer dar... Konuşurken sanıkların soluğu ensenizde...
Salonun dört yanında jandarmalar bekliyor. Yarım saat arayla nöbet değiştiriyorlar.

“Kepazelik!”
Salona basının ve dinleyicilerin girdiği arka kapıdan giriyorum. Ankara’da uzun yıllar birlikte gazetecilik yaptığımız eski meslektaşları, Mustafa Balbay’ı, Tuncay Özkan’ı görüyorum.
Tuncay‘ın üzerinde yine beyaz gömleği var. Aramız 10 adım... Uzaktan görüp sesleniyorum:
“-Nasılsın Tuncay?”
“-Görüyorsun işte... Kepazelik!”
“-Az kaldı çıkmanıza” diye teselliye çalışıyorum.
“-Yatıyoruz. Sen ne yapıyorsun?”
“-Yazıyoruz.”
Sesleniyor Tuncay:
“Balbay, bak Can geldi.”
Mustafa Balbay, gri takım elbisesi içinde mahkemeyi teftişe gelmiş bir milletvekili gibi... Yüzünde bildik tebessümü...
“Şükür görüştürene” diye sesleniyor. Uzaktan hasret gideriyoruz.Kamuoyunun aksine, pek tahliyeden umutlu değil gibiler.
Belki durumu içerden çok daha iyi gözlediklerinden, belki de hayal kırıklığının tahribatını bizden iyi bildiklerinden...Yine bir haberi birlikte izler gibiyiz; şu farkla ki, bu kez haberin kahramanı onlar; ben tanığım.

(Milliyet)

Can DÜNDAR | Tüm Yazıları
Hits: 1955