Suç ve ceza

~ 27.06.2012, Nihat BEHRAM ~

Suç ve ‘suç’ sayılan şeye biçilecek ceza kavramları, insanlık tarihi boyunca çok değişik anlamlar yüklenmiştir. Tarihe bir bakın, ağzınız, diliniz kurur.

Bu konu başlı başına bir inceleme konusudur. Eminim ki bu konudaki bir araştırma ve yazılacak kitapla, heyecan ve sürükleyicilikte, merak ve ürperticilikte hiçbir yapıt yarışamaz. Ne, Stephen King’in senaryoları, ne Hitchcock sahneleri...

Bizim yazmaya yetenekli hukukçularımızın böyle araştırmalar, kitaplar yazmaya zamanları yok. Nasıl olsun, gözlerini hukuksuzluk denizinde açıyorlar, bir ömür boyu o denizin dalgalarıyla boğuşuyorlar. Belki yazarlığa eğilimli gençlerimizin olabilir ama onlar da Einstein’in “Düşlemek bilmekten daha önemlidir!” sözüyle kanatlanıp, düş dünyasında şiir, öykü peşinde uçmayı daha önemli buluyorlar!

Bir dönemde en ağır cezaya çarptırılmış suç, bir başka dönem ve mekanda en büyük onur ve alkışın nedeni sayılıyor. Tarih boyunca her biri binbir anlam içermiş milyonla cezanın ardında milyonla insan öyküsü gizli.

“Dalımı kesenin kolunu keserim!” diyen hakanı da var insanlık tarihinin, “Karıma bakanın gözleri oyulmalı!” diyen imamı da! Komşu kadını gözetledi diye imamın fetvasıyla gözleri oyulup mahalle köpeklerine yedirilen insan haberleri çıkmadı mı gazetelerde? İçlerinde cin taşıdıklarına inanıldığı için, bir dönem, kırmızı saçlı doğan kız çocukları kazanlarda haşlanmış. Gizli gizli okuma yazma öğrenmeye çalıştığı için dilleri kesilen; günün birinde özgürlük savaşçısı olup silah tutabilir diye kolları kesilen köleler yok mu tarihte?

Ben de oturmuş, kendi kendime “Hangi suçu işledim ki, şu dünyada adım yazı yazma gibi bir cezaya yazılmış?” diye dertlenirim! Şaka değil, gerçekten böyle! Yazı günü gelip çatınca, şu aletin benim için falaka sopasından farkı yok! “Yüz yazı mı, düz yazı mı istersin; dize dolu baharları, şiir tüten yazı mı?” diye sorsalar, “Bırakın şiir dolu baharları yazları, bin düz yazı yazmadansa bir şiire razıyım!” diye yanıtlarım. Yani diyeceğim, bir de böyle cezalar var, insanın çekmesini insanlık görevi saydığı!

Suç ve ceza kavramlarını düşünürken aklıma geldi de, “Ben yargıç olsam, kimi hangi suçla yargılar, hangi suça ne ceza biçerdim?” diye kendi kendime sormadan edemedim.

İlk aklıma gelen suçlar, zalimin mazluma uyguladıkları. Bu suçlar için aklıma öyle cezalar geldi ki, kendi aklımdan kendim ürperdim! Mazallah, demek ki ben, ilk öfkesiyle ceza biçen bir yargıç olsam, ne emekçinin rızkına göz koymuş patronun oyulmadık gözü kalır, ne ormanlarda siyanürle altın arayan doğa katilinin kesilmedik kolu, bacağı! Ne, arsasını gaspettiği yoksul köylüyü cennetteki arsayla avutan dinci spekülatörün Ağa’sı Oğlu kalır; ne zalime savaş şakşakçılığı yapan Davut’un kavutluğu!

İlk öfkeyle, ilkin böyle düşünsem de, şu yazıyı yollayacağım yayının soğukkanlı, aklıselim sahibi yazarlarını tekrar tekrar okuyup kendimi sakinleştiriyor, suç işleyenlere daha akla uygun, daha insani cezalar biçiyorum! İlkin: Hangi suç olursa olsun, ölüm cezasına da, sorgulamada can acıtıcı kötü muameleye de karşı durmayı insanlık ölçüsü sayıyorum. Daha da ötesi, zindana kapatmayı en aza indirmek, hücre ve tecriti toptan kaldırmak, cezaları ‘insanlığa hizmet’ temelinde düzenlemek gerektiğini düşünüyorum. Yani, sakinleştiğimde!

Sözgelimi, ‘ucube’ bulup heykel yıktıranı, o heykelin heykeltraşına asistan olarak yollamak. Yontulma süresini heykeltraşın takdirine bırakarak! “Muhafazakâr sanat” diyeni, Güzel Sanatlar mektebinde, nû resim derslerine, maaile model olarak yollamak! Yorulma süresini öğrencilerin takatine bırakarak! Çağdaş tiyatro düşmanını, tiyatroya perdeci; halka takla attıran bakanı sirke gardropçu; savaş çığırtkanı bakanı, hayvanat bahçesinde ölü fillere mezar kazıcı; Alevi düşmanı softa hocayı Cemevine temizlik işçisi; BDP’li vekille fotoğraf karesinde görünmek istemeyen rütbeliyi BDP’nin afişlerini meydanlara asma görevlisi; işkenceci polisi sağlık ocağına pansumancı; yeşil tepeleri cami kurmak, tarla açmak, maden bulmak için traşlayanı orman korucusu; sahte gözyaşıyla siyaset yapanı mendil fabrikasına hamal; yandaş medyanın çok bilmiş yorumcularını, konuşma yasağı olan kütüphane, ameliyathane gibi kurumlara arşiv memuru, makas temizlikçisi; hükümete bağlı ve onun komutunda toplu tutuklamalar yapan özel yetkili zevatı iskelelerde halatçı ve toplu taşıma araçlarında biletçi olarak görevlendirmek... çalışma süresini ömür boyu düşünerek!

“Acaba bu cezalama tavrım, bu kez de gereğinden fazla insancıl ve müşfik mi oldu?” diye kaygılanıp bir arkadaşa duygumu açıkladım. “Abi sen de çok acımasızsın!” diye tepki gösterdi. Şaşırıp kaldım. Demek ki, suç ve ceza kavramının her insan kafasında ölçüsü ayrı.

Suç ve ceza, içinden çıkılabilecek gibi bir konu değil.

Bu gün gazetelere bakarken, elimde olmadan bu yazının psikolojisi öne çıktı. “Tutukluluk süreleri ceza boyutunda olmamalı!” diyorlar. Kimin kimi neden tutukladığı önemsenmeden ‘makul tutukluluk süresi’ diye bir ‘istek’ içeren şu söze bak! Yani sınırlı bir teslimiyet gibi! Manşet haberleri daha hazin: Koca koca proflar, strateji uzmanları, yazarlar, yorumcular “Suriye’ye işlediği suçun cezası verilmelidir!” görüşünde ağız birliği halinde. Birlik noktaları, emperyalist saldırganlık değil de vatan savunmasının ‘suç’ olduğu!

Yazımın konusuyla ilgili istatistiklere baktım: “Cezaevlerinde yatanların önemli bir bölümü neyle suçlandığını bilmiyor! Bir bölümü suçsuz ama suçsuzluğunu kanıtlayamıyor! Bir bölümü işlemediği suçtan yatıyor!” Ayrıca “Kendi işlemediği halde suçu üstlenenler” de var!

İyi de, benim durumumdakilerin, yani, ‘sitemi yönetenler ve onlara yandaş, erkete, yardakçı, kapıkulu olanların insanlık suçu işledikleri ve cezalandırılmaları gerektiğini’ düşünüp ‘bilerek, hazırlanmış, planlanmış ve örgütlü bir biçimde kasten eylemlilik’ içinde olanların kaydı nereye nasıl düşülecek? Yasaya göre ‘suç’, benim gibi düşünenlere göre ise suç ve suçluya karşı onurlu bir mücadele....

Aklına, bilgisine güvendiğim insanlar da diyor ki: “Gerçek yargıç tarihtir!” Yani benim ‘adaleti’ görmem mümkün değil!

Kısacası, bu konuda da talihimiz “hayırlısıyla” tarihin yargısına teslim!

Gel de kaderine küsme!

(SolHaber)

Nihat BEHRAM | Tüm Yazıları
Hits: 1964