Geçmişten geleceğe Türkiye Aydınlanması üzerine-III.

~ 02.12.2010, Nurettin ABACIOĞLU ~

Osmanlı’da mülkiyet ilişkilerini belirleyici yönetim aparatının özellikleri, bundan önceki yazının temel tartışma alanını oluşturmuştu.
Tümünün padişah kulu sayıldığı, başta yönetici elitinden, tüm imparatorluk halklarına, “sosyal hayat”a yön veren verili mülkiyet ilişkilerinin çözümlenmesi, 19. yüzyıl sonu Osmanlı’nın hem dağılma nedenlerinin anlaşılmasına ve hem de 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, bu toplam içinden Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkışının dayandığı temellerin anlaşılmasına bir zemin hazırlığı olarak kabul edilmelidir.

“Sosyal”, terim olarak sosyolojik bir kavram değildir. Politik ve iktisadi bir terimdir. Bu bağlamda, “meta dışılığı” da ifade eder. O nedenle, Osmanlı’nın 19. yüzyıl ikinci yarısında egemenlik ve bağımsızlığının siyasi ve iktisadi olarak yarı-sömürge bir konumuna evrelenmesi söz konusuyken, bir yandan da sosyal hayatı iyileştirici, dönüştürücü, modernleştirici kimi üst yapısal yenilikçi düzenlemelerin ve kurumların gündeme getirilmesi ve bunun, sonra ki Cumhuriyete bir kuruluş zemini oluşturması, paradoks olarak görülmemelidir.

Başlangıcı III. Selim ya da sonrasındaki II. Mahmut dönemine uzatılabilen, 1826 da “Vaka-i Hayriye” olayı ile Yeniçeriliğin lağvının ilk reformlar arasında sayıldığı ve 1839 da “Tanzimat Fermanı” ile taçlandırılan bu yenileşme döneminin (Tanzimât Dönemi), 1876′da II. Abdülhamit’in tahta çıkması ve Meşrutiyet’in ilânıyla sona erdiği kabul edilmektedir. Oysa, bu reformculuğun 1922′de Osmanlı Devleti’nin sona ermesine dek sürdüğü de söylenebilir. O bakımdan Osmanlı burjuva devrimciliğinden, Türkiye Cumhuriyetine ve kuruluş dönemine doğru bir iz sürmek, “Türkiye aydınlanmasını” daha anlaşılabilir kılacaktır.

İmparatorluğun dağılması sırasında, yeşeren Osmanlı burjuva devrimciliğinin Avrupa kökleri…

1. Tanzimat-ı Hayriye yenileşmesi ve batıcı modernleşme süreci, Osmanlı toplumunda, hem sınıfsal anlamda ve hem de siyaseten yansılarını bulmuştur. “Jön Türk” ile, “İttihat ve Terakki” hareketleri Osmanlı döneminin burjuva hareketleridir. Bu anlamda, 1908’i de bir “burjuva devrimi” ya da “deneme”si olarak nitelemek yanlış sayılmamalıdır. Mustafa Kemal, hem kişisel köklerini ve hem de “Jakobenizm”ini, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeliğinden alır. Bu Cemiyetin aktif ve önde gelen bir üyesi olmamışsa da, hem kendisi ve hem de Kurtuluş savaşının kadroları büyük ölçüde İttihat ve Terakki’den devşirilmiştir.

2. Osmanlı burjuva hareketlerine siyaseten nesnellik katan olgu, “feodal mutlakiyetçi batı monarşilerinden burjuva ulus devletlere dönüşüm izleri”nin yakından takip edilmesidir. İmparatorluğun dağılma sürecinde, Balkanlar’da yaşanan etnik milliyetçi kalkışmaların tümü, Osmanlı mirası üzerinden yükselen yeni burjuva ulus devletlerin ortaya çıkışını sembolize eder. Avrupa burjuvazisinin çağdaş hegemonik desteğini de alan bu süreç, Osmanlı burjuva aydınlanmasının önemli tetikleyici faktörlerinden birisi olmuştur. Özellikle II. Meşrutiyet’e kapı açan Jön Türk hareketi ve sonrasında İttihat ve Terakki Cemiyeti, bir yandan Abdülhamit mutlakiyetçiliğine karşı Fransız ihtilalinin de belgileri olan “liberte-hürriyet-özgürlük”, “egalite-müsavaat-eşitlik” ve “fraternite-uhuvvet-kardeşlik” bayrağını yükseltirken, bir yandan da, kapitalist gelişmişlik açısından geri ve tarihsel bakımdan geç kalmış bir burjuva devrimciliğinin Osmanlı coğrafyasındaki ilk yerli temsilcileri olmuşlardır.

3. Burjuva devrimlerinin, bugünün bağlamından idealize edilecek bir yönünün olmadığı düşünülebilir. İdealize etmeden ve ancak, toplumsal evrimde özgürlükçü ve eşitlikçi bir dönüşüme kapı açan “ilerici” karakterini ise, unutmamak gerekir.

4. Bu bağlamda, Osmanlı burjuva devrimciliğinin kimi özelliklerini iyi anlamak, tanımlamak gerekir. Özellikle “neden” ve “nasıl” bir geç dönem olduğunun anlaşılabilmesi için, sınıflar tarihinin penceresinden yeniden bakmak yararlı olacaktır.

5. “Erken dönem burjuva devrimleri”, 1640 İngiliz, 1776 Amerikan ve 1789 Fransız devrimleridir. İngiliz devriminin temel karakteristiği “bağımsızlık” yönünün baskın olmasındadır. Oysa Amerikan ve Fransız devrimleri, hem burjuva ve hem de “demokratik” devrim karakterindedir. Demokratik olmasının nedeni de, burjuvazi önderliğinde ve son tahlilde burjuva sınıfsal çıkarlara hizmet eden ve fakat yanısıra “emekçi sınıf”ların bu hareketlere doğrudan ve aşağıdan destek verdiği ve sınıfsal konumları açısından da kazanımlar elde ettiği tarihsel süreçler olmasıdır.

6. Bu süreçler, feodal mutlakiyetçi monarşileri devirmiş ve modern burjuva ulus devletlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Devrimlerin, iki yönlü bir karakteristiği olmuştur. İlki, kapitalizmin gelişmesi önündeki engellerin kaldırıldığı yeni bir hukuksal meşruiyet zemininin tescil edilmesidir; diğeri ise, köylülük temeline dayalı kapitalizm öncesi emek süreçlerinden dönüştürülen yeni bir sınıfın ebeliğinin yapılmış olmasıdır. Bundan böyle, üretim araçlarından yoksun kentli “özgür” emekçiler, yani proletaryanın ortaya çıkışı hızlanmıştır.

7. Batıda “geç dönem burjuva devrimleri”ne Almanya, Avusturya, İtalya ve Rusya örnekleri verilebileceği gibi, batının bir parçası olan Osmanlı’yı da buna katmak gerekir.

8. Dönemlerin “erken” ya da “geç” sayılma kerterizi, 1848 yılında Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ortaya çıkan ayaklanma, devrim ve özgürlük hareketleridir. 1848 öncesi devrimlerin temel özelliği, burjuva sınıfının üretim ilişkilerini devrimci biçimde değiştiren bir önderliğe, halk tabakalarının destek verdiği ve burjuvazi ile “demokratik” ittifaka dayalı, yani “aşağıdan” gerçekleşmiş devrimler olmasıdır. Dolayısıyla, “erken dönem burjuva demokratik devrimleri” olarak da sayılırlar. 1848 sonrası olanlar ise, farklı nesnel koşullara bağlı olarak gelişmiş, “daha sonra ki” bir dönemi nitelerler.

9. 1848 Devrimleri özellikle İtalya, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan, Polonya, Romanya gibi ülkelerde büyük sarsıntılar çıkarmıştır. Dönemin diğer büyük güçleri olan Rusya, Osmanlı Devleti, Birleşik Krallık ve Hollanda ise, bu olaylardan göreli olarak az ya da hiç etkilenmemişlerdir.

10. Fransa, erken dönem bir burjuva demokratik devrim sürecinden 1789 da geçmiş olmasına karşın, bu ilk devrimle beraber formellik kazanan işçi, emekçi sınıflar ve cumhuriyetçilerin ittifak ve işbirliği ile yeni bir siyasal devinime sürüklenmiştir. Bu sınıfsal güçler tarafından monarşiye, 1848-1852 yılları arasında bir kez daha diz çöktürülmüş ve bir “II. Cumhuriyet dönemi” yaşanmıştır.

11. 1848 devrimlerinin temel nedenleri arasında; 19.yüzyıl ortasında Avrupa’da kapitalizmin gelişkenlik düzeyinin ve bağlamıyla “sanayi devrimi”nin büyük ölçüde gerçekleşmiş olmasını ilk sıraya oturtmak gerekir. “Sanayi burjuvazisi”nin, başat sınıf temsilciliğine yükselmesi, meta üretimin yoğunlaşıp, ticari ve finansal sermaye birikiminin de bununla koşut olarak güçlenmesi, üretim ilişkileri bağlamında burjuvazinin hegemonyasını pekiştirirken; bunun yanısıra, hem kır ve hem de kent yoksul halk ve emekçi kesimlerinin, bu eşitsiz gelişim sürecinde daha da yoksullaşmalarına neden olmuş ve böylece devrim koşullarını pekiştirmiştir. Buna, 1845 ve 1846 yıllarında önce Belçika’da başlayan ve oradan tüm Avrupa’ya yayılan, “Patates Hastalığı”nın ortaya çıkardığı açlık salgınını da eklemek gerekir.

12. 1848 de bu tabloyu resmeden ve erken-geç ayırımına bir iskandil özelliği katan en önemli olgulardan birisi de, “Komünist Manifesto”nun, Marx ve Engels’çe birlikte yazılıp, o yılın 1 Şubat’ında yayınlanmasıdır. Bu yapıtın “Burjuvalar ve Proleterler” adlı birinci bölümünden kısa bir alıntı, sadece o çağ Avrupa’sının manzarasını değil, günümüz emperyalizminin görüntülerini de adeta bugünkü gibi çözmektedir.

Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde, ulusal zemini, sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ her gün yok ediliyor. Her uygar ulusun bir yaşamsal sorun olarak ithal etmesi gereken ve artık yerli hammaddeyi değil en uzak bölgelerin hammaddelerini işleyip, mamulünün de yalnız kendi ülkesinde değil, dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler, o eski ulusal sanayileri bir kenara itiyor. Yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de, en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderilebilecek ihtiyaçlar alıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte. Üstelik yalnız maddi üretimde değil, manevi üretimde de bu böyle. Ayrı ayrı ulusların manevi ürünleri ortak mülk oluyor. Ulusal tek yanlılık ve sınırlılık artık mümkün değil, pek çok ulusal ve yerel edebiyattan bir dünya edebiyatı oluşmakta.

Tüm üretim araçlarını hızla geliştirerek ve ulaşımı, iletişimi sonsuz kolaylaştırarak, burjuvazi, en barbar ulusları da uygarlığa çekiyor. Ürettiği mallara koyduğu ucuz fiyatlar, tüm Çin Seddini temelden yıkacak, barbarların en inatçı yabancı düşmanlıklarını teslime zorlayacak ağır toplardır. Burjuvazi, tüm ulusları, eğer yerle bir olmak istemiyorlarsa burjuva üretim tarzına uymaya zorluyor; uygarlık diye kendi uygarlığını ithal etmeye, yani burjuva olmaya zorluyor onları. Tek kelimeyle, kendi istediği gibi bir dünya yaratıyor kendine.

Burjuvazi, kırı kent egemenliği altına soktu. Koskoca kentler yarattı, kentli nüfusu kırsal nüfusa göre büyük oranda artırdı ve böylece nüfusun önemli bir bölümünü kırsal yaşamın bönlüğünden kopardı. Köyü kente bağımlı kıldığı gibi, barbar ve yarı barbar ülkeleri uygar ülkelere ve köylü halkları, burjuva halklara, Doğuyu da Batıya bağımlı hale getirdi.

Üretim araçlarının, mülkiyetin ve nüfusun parçalılığını adım adım ortadan kaldırıyor burjuvazi. Nüfusu bir çimento bağlamında bütünleyip, üretim araçlarını merkezleştiriyor ve mülkiyeti az kişinin ellerinde yoğunlaştırıyor. Bunun zorunlu sonucu ise, siyasal merkezleşmeydi. Çıkarları, yasaları, hükümetleri ve gümrükleri farklı, bağımsız, hemen yalnızca ittifakları olan eyaletler, tek ulus, tek hükümet, tek yasa, tek ulusal sınıf çıkarı, tek gümrük sınırı içine sıkıştırıldı.

Burjuvazi, yüz yılı ancak bulan sınıf egemenliği süresinde, daha önceki kuşakların toplamından daha kitlesel ve daha muazzam üretim güçleri oluşturdu. Doğa güçlerinin dizginlenmesi, makineleşme, sanayide ve tarımda kimyanın kullanılması, buharlı gemi işleyişi, demiryolları, elektrikli telgraflar, dünyanın her bölümünde toprağın işlenebilir hale getirilmesi, ırmakların ulaşım için düzenlenmesi, yerinden koparılan bütün insan toplulukları —daha önceki hangi yüzyıl, toplumsal emeğin bağrında böylesine üretim güçlerinin yattığını sezmiştir!”[1]

13. Komünist Manifesto, özel mülkiyetçiliğe dayanan kapitalizmin hem genel tahlilini ve hem de bir devrimle ortadan kaldırılarak sınıfsız bir toplum düzenini gerçekleştirmesi gerektiğini öne sürmüştür. Bu kitapta, devrim düşüncesi ve çözümlemesine ilişkin ortaya konulan kuramsallaştırmanın, 1848 devrimlerinin ortaya çıkışında önemli katkısı olmuştur.

14. Dönemin Avrupa’sında ki farklı ülke ve toplumların, temellerinden sarsılmasına bir örnek de, “Avusturya-Macaristan İmparatorluğu”nda olup, bitenlerdir. İmparatorluğun egemenliği altındaki bölgelerde ortaya çıkan ayaklanma ve gösteriler sonuçta, Viyana’da 1848 yılı boyunca 4 kez hükümet değişikliği yaşanmasına yol açmıştır. İmparatorluğun tebası olan Çekler, İtalyanlar, Slovenler, Lehler, Sırplar, Hırvatlar, Slovaklar, Romenler ve Macarlar arasında bağımsızlık talepleri yükselirken; Avusturya’ya karşı Macaristan bağımsızlık savaşını yürüten Lajos Kossuth hükümeti yenilgiye uğramış ve Kossuth, Osmanlı’ya siyasi mülteci olmuştur.

15. Bu dönemde “Prusya” da olan biten ise, “siyasi devrim” nitelemesine bile girmeyen bir örnektir. Değişik Avrupa ülkelerinde 1848 ve sonrasında ortaya çıkan kalkışmalar, bu arada 1849 larda Berlin ve Saksonya’da gelişen ayaklanmalar, parlamento seçimlerinin yapılmasını, bir anayasa hazırlanmasını ve basın özgürlüğünün kabul edilmesini sağlamakla birlikte, Prusya burjuvazisini önemle ürkütmüştür. Böylece, sınıfsal çıkarlarını enerjik bir biçimde iktidara taşıyacak bir tavır ve eylemlilik geliştirmek yerine, 1870 lerde, önceki dönem aristokrasisi ile işbirlikçi bir anlaşma yaparak, halk tabakalarıyla ilişkilenmemiş “yukarıdan” bir iktidar uzlaşısı gerçekleştirmişlerdir. Dolayısıyla kurulan “Alman Birliği” de “demokratik” bir devrimden ziyade sadece bir “burjuva devrimi” olarak ortaya çıkmış, burjuvalaşma süreci devletten topluma doğru yaşanmıştır.

16. Aynı tarihlerde Fransa bir kez daha sarsılır. II. Cumhuriyetin kracılara yenilgisi sonrası, 1870 Fransa’sında hüküm süren III. Napolyon monarşisi, “Fransız-Prusya Savaşı” ndan yenik çıkar. Ocak 1871′de, Paris kuşatması dördüncü ayına ulaştığında, Fransa’nın ateşkes çağrısıyla şehir direnilmeden Prusya’ya teslim edilir. İşte o dönemde, bu teslimiyete direnişin bir sembolü olarak Paris Komünü kurulur. Bu dönem, Fransa tarihi bakımından önemli olduğu kadar, Avrupa’daki sosyalist hükûmet deneyimi olarak devrimler tarihinde önemli ve onurlu bir yere de sahip olur. Paris Komünü, resmi anlamda 1871 baharı boyunca iki ay iktidarda kalmış (18 Mart’tan [resmi olarak 26 Mart] 28 Mayıs 1871’e uzanan) yerel bir sosyalist iktidar yönetimidir. İçinde şekillendiği koşullar, tartışmalarla yürüyen kararları ve acılı sonu, onu zamanının en önemli politik dönemlerinden biri de yapmıştır. Komünün tarih sahnesindeki özelliği ise, 20. yüzyılda gerçekleşen, başta Sovyet ve Çin sosyalist devrimlerinin en önemli referanslarından birisi olarak kabul edilmesidir.

17. Bu tarihlerde, Osmanlı devleti sönümlenmenin en önemli kavşaklarından birisine erişmiş ve Osmanlı’nın teslim alınmasındaki en büyük hamle, 1881 de “Düyun-u Umumiye-Genel Borçlar” Meclisinin kurulması ile gerçeklik kazanmıştır. Osmanlı’dan alacaklı ülkelerin temsilcilerinden oluşan kurul, borçlara karşılık ipotek altına alınan vergileri toplayıp, alacaklılara dağıtmıştır. Ayrıca tuz ve tütün tekelini de elinde tutan kurul, yeni yüzyılın başına doğru şekillenen emperyalizmin de Türkiye kolu rolünü üstlenmiştir.

18. Osmanlı burjuva aydınları, bu boyunduruktan kurtuluş reçetesini, batının hukuki ve kurumsal düzenlemelerini devlet aygıtına monte etmekte bulmuşlardır. Ziya Gökalp ve Ahmet Rıza’nın temsil ettiği kanat, batılılaşmaya ilişkin reformların yukarıdan aşağıya ve devlet eliyle örgütlenmesini öngörürken; Prens Sabahattin ve yandaşları, “teşebbüsü şahsi” yani, yeni bir burjuva sınıfının gelişmesi için “adem-i merkeziyetçi” bir devlet aygıtı düzenlemesini şekil şartı görmekteydi. Her iki görüş, daha sonraları Türkiye Cumhuriyeti’nin ana damarı olan iki siyasi akımının temellerini de oluşturmuştur.

19. İlk görüş, Osmanlı’da önce “İttihat ve Terraki” kadrolarınca, Cumhuriyet sonrasında da, kuruluştan 27 Mayıs hareketinin sonuçları dahil, o dönem sonuna kadar, “Cumhuriyet Halk Partisi” nce temsil edilmiştir. İkinci görüşün Osmanlı’dan Cumhuriyete devreden bağlarını ise, “Hürriyet ve İtilaf”, Terrakiperver Fırka, Serbest Fırka, Demokrat Parti ve Adalet Partisi’ne dayalı kadrolar ve anlayışlarda bulmak; günümüzde de AKP’ye uzanan politikalarda izlemek mümkündür.

20. 1908 Meşrutiyet süreci, Osmanli monarşisine karşı meşruti ve liberal bir rejim yanlısı olan Jön Türk aydın hareketinin “İttihat ve Terakki” ile iktidara taşındığı önemli ve ilerici karakterler taşıyan bir evrilmesidir.

21. İttihat ve Terakki iktidarı, başlangıçta, İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı bir tutum izlemeye çalışır. Bu fasıldan olmak üzere, bir “milli iktisat” denemesine girişir ve 1914’de kapitülasyonları kaldırır. Para çıkarma yetkisi, yabancı sermaye olan “Osmanlı Bankası” elinden alınır. Tarım ve sanayi özendirmelerini içeren korumacı bir gümrük sistemi kurulur ve devlet marifetiyle “milli tüccar” yaratma politikası güdülmeye başlanır. Ancak, yarı sömürge toplumsal yapıyı dönüştürecek sınıfsal bir dinamiğe dayanmayan bu girişimler, İttihat ve Terakki’nin asal kadrolarının, sonuçta Alman emperyalizmi ve militarizmiyle buluşmasıyla sonuçlanmıştır.

22. İlk Paylaşım Savaşı, emperyalizmin Osmanlı’yı boğduğu bir tarihsellikle sonuçlanır. Sevr bu coğrafyanın mülki ve fiili bölüşümünü tamamlayacak son hesaplaşma olarak ortaya konduğunda, İttihat ve Terakki’nin Almanya ile ittifak etmemiş, ve parti kademelerinde görece arka planda olan “millici” kadroları hem durumdan vazife, hem de imparatorluk coğrafyasından bir “anayurt” çıkarmak üzere iş başı yapar.

23. Bu burjuva devrimci yola çıkışın başlangıcında, yanıbaş Rusya coğrafyasında “millici” güçlere, doğal bir müttefik de belirmiştir. “Sovyet Devrimi ve İktidarı”, Osmanlı’nın enkazı üzerinden Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşümün fiili ve nesnel dayanağı olarak tarih sahnesinde yerini alır.

Böylece, sonra ki yazıda, “burjuva devrimciliği”nin ve onun içinden yansıyan “aydınlanmacılığın”, Türkiye Cumhuriyeti’ne doğuşunu çözümlemeye de sıra gelmiş bulunmaktadır.

[1] Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu (1848)

(SolHaber 02.12.2010)

Geçmişten geleceğe Türkiye Aydınlanması üzerine-I…

Geçmişten geleceğe Türkiye Aydınlanması üzerine-II…

Nurettin ABACIOĞLU | Tüm Yazıları
Hits: 2330