08.02.2012
İstanbul’a ilk kez Haydarpaşa Garı’nda ayak bastım, ben de. Çocuk yüreğim paramparça. Gözlerimi deniz, kulaklarımı martı çığlıkları kamaştırdı. Perona atılan denkte mavi bir yorgan, lacivert bir battaniye, beyaz çarşaflar, kılıflar, havlular, don, fanila, gömlek, çorap, hepsi beyaz... Her parçaya mavi ibrişim ve özenle, 882 numarasını işlemişti, annem. Lacivert üniformam, Beyoğlu’ndan alınacaktı. Haydarpaşa’ya denk indiren göçmenler arasında, Ankara göçeriydim. Taşı toprağı altın İstanbul’a ne arsa, ne parsa kapmaya, “leyli” okumaya gelmiştim.
Tarabya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü, 90’lı yıllara kadar TC’nin malı değildi. Tarabya sırtlarına uzanan muhteşem parkın içindeki iki ahşap binadan biri devasa bir köşk, öteki.. bir Katolik kilisesiydi! Küçük bir orman oluşturan parkı tırmanan patikanın dönemeçlerinde küçük nişler içinde mumlar yanar, Hz. İsa’nın çile yolunda taşıdığı haçı düşürdüğünü anımsatan üç önemli dönemeçteki nişte, Meryem Ana’nın minik heykelleri dururdu.
Notre Dame de Sion Fransız (Kız) Lisesi’nin malıydı, Hubert Köşkü namlı, bu muazzam arazi ve binalar. Yatılı öğrenciler, iki yıllık hazırlık sınıflarını burada okuduktan sonra Harbiye’deki okul binasına taşınırlardı. Muhteşem parkında yürüyüşe çıkar, çam ağaçlarının altında biten yaban menekşeleri toplardı “daimi yatılı” küçük kızlar. NDS mezunlarının yakasına takılan geleneksel menekşe demeti de zaten bu köşkün bahçesinde biten yaban menekşelerine atıftır!
Benim sınıfım, Hubert Köşkü’nün sonuncu yatılısı oldu. Sadece birinci hazırlık sınıfını orada okuduk. On bir yaşındaydım. Ama bahçesinden menekşe toplayacak ve okulun tavizsiz laik eğitimi dolayısıyla ancak yıllar sonra anlam verebildiğim “çile yolu” patikasını, Meryem Ana nişlerini hiç unutmayacak biçimde belleğime kazıyacak zamanım oldu.
İlk sınıf fotoğrafımızda yer alan 32 yatılıdan, okulu bırakmadan, sınıfta kalmadan sadece 7 kader arkadaşı “Violette”, yani mezun olabildik. Ama Hubert Köşkü’nde, ertesi ders yılı Almanya’ya giden Sevgili Güher ve Süher Pekinel ile aynı yatakhaneyi paylaşıyorduk! Bir yılın sonunda aramızdan ayrılanlar arasından, İstanbul Boğazı’nı yüzerek geçen ilk kız yüzücü bile çıktı: Taciser...
Hubert Köşkü’nde geçen o yıl var ya, o ilk yıl... Analarından, babalarından ve Anadolu’nun bağrından kopup gelen bizlerin başına gelmedik kalmadı o ders yılı. Belki de bizim başımıza gelenler yüzünden, ertesi yıl NDS yönetimi hazırlık sınıflarını da Harbiye’ye taşıdı.
Okul bahçesinde, Sör Sophie’nin beslediği biri dişi, bir erkek, bekçi olamayacak kadar küçük ve hepimizin sevip oynadığı iki köpek vardı: Vikont ve Leydi. Önce onlar kudurdu. Daha doğrusu kudurduklarını görmedik, hastalanıp öldü hayvancıklar. Ama kuduzdan öldükleri anlaşılmış olacak ki iki hazırlık sınıfındaki 60’tan fazla öğrenci, kafileler halinde gün aşırı Tarabya’dan Sultanahmet’e belediye otobüsleriyle kuduz aşısına taşınır olduk. Bizi mum gibi durduran sörler ansızın yumuşayıp birer şefkat abidesine dönüştü. Geceleri, iğnelerden taş kesen karnımıza sıcak suya batırılmış havluyla kompres bile yapıyorlardı! Dersleri falan sermiştik. Aşıların acısı olmasa, epeyce eğleniyor sayılırdık.
Hürriyet gazetesi, her zamanki avamlığıyla manşet attı: “Dame de Sion’lu kızlar kudurdu!”
Ailelerin halini bir düşünün. Cep telefonu yok. Sabit telefon her evde yok. Uçak, ulaşılmaz bir lüks. Mesafeler uzun. Mersin’den, Gaziantep’ten, Kahramanmaraş’tan çoğu kez büyük fedakârlıklarla İstanbul’a “daimi yatılı” gönderdikleri on bir yaşındaki kızlarıyla mektupla haberleşiyor, analar, babalar... Kapıldıkları korkuyu, telaşı gözünüzün önüne getirin. Hubert Köşkü’ndeki biricik duvar telefonu, susmak bilmiyordu.
Sörler belli etmiyordu ama, allak bullak olmuştu NDS yönetimi. Kuduza karşı aşılatılan iki sınıf dolusu öğrenci, okul için tam bir skandaldı. Ne var ki Anadolu, kentleri ve insanlarıyla çok daha uygardı o yıllar. Kızların eğitimine değer verilirdi. Kimse “kuduracak” diye okuldan almadı, çocuğunu.
Haydarpaşa Garı, yatılıları evlerine götüreceği yarıyıl tatilini bekliyordu ki...
Devamı, pazara...
‘G’ NOKTASI
Başbakan Erdoğan, “Bu gençliğin tinerci olmasını mı, büyüklerine isyankâr bir nesil mi, milli manevi değerlerinden kopuk, hiçbir istikameti olmayan, meselesi olmayan bir nesil mi olmasını istiyorsunuz” diye sorgulamış, dindar gençlik yetiştirmek şiarına karşı çıkanları.
Bilmiyorum hiç tinerci bir çocukla görüştü mü? Zavallıların ağzından yemin billah düşmez ve zaten Allah’tan başka sığınacakları kalmamıştır, bir...
İkincisi, ister dindar olsun, ister dinsiz, gençlik isyandır ve zaten öyle olmalıdır.
Çocuklar, büyüklerine isyanla birey olmayı, kendilerini ezdirmemeyi ve haklarını aramayı öğrenirler. Büyüklerine sorgulamadan boyun eğen dindar gençliğin isyanı ise en tehlikelisidir. Adama yumurta atmakla yetinmez, tekbir getirip kör bıçakla keser, kanını da alınlarına sürerler.
Benden söylemesi.
İşte Afgan ve Pakistanlı Taliban, işte İranlı mollalar... Acaba hangi türü AKP büyüklerine kıyak geçer?
“Bir okul kapısı açan, bir hapishane kapatır.”
VICTOR HUGO
12.02.2012
Anlattığım yıllarda, göz bebeği kızını özel sınavla kazandığı Notre Dame de Sion (Kız) Lisesi’ne yatılı gönderen tüm ebeveynler, Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu”nu hatmetmiş, idealist Feride’ler yetiştirdiklerine inanıyorlardı. Zaten çoğunun hayali, bilim insanı, akademisyen, diplomat, sanatçı ve kölemşor evlatlarla fazlasıyla doğrulandı.
Hubert Köşkü’ndeki o tek ders yılı, ailelerinden ilk ayrılığın yürek ağrısına, yedikleri dokuz kuduz aşısının karın ağrısı karışan NDS yatılıları, Haydarpaşa Garı’ndan yarıyıl tatiline kalkacak vuslat trenini bekliyordu ki...
İstanbul, korkunç bir soğuk ve geride bıraktığımız 20. yüzyılın en yoğun kar tabakasına gömüldü. Okullar, zamanından önce tatil edildi. Ancak yatılı öğrencileri ülkenin dört bir yanına göndermek kolay değildi. Haydarpaşa’dan Anadolu’ya kalkan trenler tıka basa doluydu.
Ama o yıllarda Notre Dame de Sion’lu “ablam”, şimdi Büyükelçi Feryal Çotur’un babası da TCDD genel müdürü, babamın kadim arkadaşı Seyfi amcaydı! Dolayısıyla trene vagon eklendi ve Feryal Çotur liderliğindeki Ankaralı NDS öğrencileri, Haydarpaşa’dan kalkan son katara bindiler. Kar yüzünden başka tren kalkmayacağı gibi, bizimki de zaten kara saplanacak ve yolda kalacaktı…
Hayatımın en eğlenceli yolculuğuydu. Zümrüt yeşili gözleriyle okulun en güzel kızı Feryal abla, Elvis Presley hayranıydı ve tüm şarkılarını ezbere bilirdi. Yarıyolda kara saplanan trende mahsur kaldığımız iki günde, trende yiyecek bitti, müzik bitmedi. Sınıf arkadaşı Remziye ile birlikte, Elvis’in tüm repertuvarını seslendirdiler. TCDD yönetimi, içinde kızların olduğu vagonu, ne olur ne olmaz, kilitlemişti. Karnımızı pencereden ekmek ve su veren yardımsever köylüler doyurdu. Sonunda yol açılıp Ankara’ya vardığımızda, o trenden mutluluğu ömür boyu sürecek anılarla indim.
***
Nasıl başlarsa öyle sürer ya, Haydarpaşa Garı’ndan hep sıradışı yolculuklara çıktım. Bazen, trene bile binmeden… Can dostum Memet Baydur, yeni bir oyun yazıyordu. Haydarpaşa Garı’nda hayal ettiği “Kadın İstasyonu”nu ilk kez Haydarpaşa Gar Lokantası’nda, tren düdüklerinin arasında dinledim, Memet’ten. Oturduğumuz masayı, beyaz örtü üzerindeki iki kadeh rakıyı, kocaman gözlüklerin ardında muzip gözlerini, çocuksu yüzünü bugün gibi anımsıyorum.
Zaten anılarımızı çalanların, tarihi hoyrat bir iştahla yakan, yıkan, satan, yok etmediğini bile illa ki dönüştürenlerin sorunu bu: Bizim güzel anılarımızın beşiği mekânlar, onların unutmak istediği özgeçmişin, artık inkâr ettiği kimliğin tanıkları. Çıktığı kabuğu beğenmeyen ‘oldumcuk’a aslını, ‘buldumcuk’a neslini, bağcıyı kovana dağdan inmişliğini, kentli gibi yapana köylülüğünü anımsatıyorlar.
Haydarpaşa Garı’na yamalı poturuyla inen yoksul, yağmaladığı İstanbul’a efendi olur da çulsuzluğunu anımsatan Haydarpaşa Garı’nı korur mu hiç? Aslını inkâr ederken ardında tanık bırakır mı?
Zaten yaktı, elbette yıkacak. Geçmişine tanık olmayan yegâne zenginlik ölçüsüne vuracak, içini boşalttığı tarihi. AVM yapacak, otel konduracak. Haydarpaşa’yı, kendisini dönüştürdüğü gibi sıradan, zevksiz ve abartılı bir görgüsüzlük abidesine dönüştürecek.
***
Taksim Gezi’deki ağaçlık alana, onlara çaresiz ve ürkek dolaştıkları beş parasız gençliklerini, belki de utanç duydukları kimi geceleri anımsattığı için ordusu yok edilmiş bir kışla kondurmak istiyor, olamazlar mı?
Emek Sineması’nı, çocukluğunda, gençliğinde bu güzel sinemada güzel filmler seyreden, anılar edinen kim gözden çıkarabilir? Elbette kapısından kovulan, bilet parasını denkleştiremeyen, sevgilisiyle el ele tutuşamayanların hıncı satar, yıkar ancak!
Ama işte bunlar, bir kez paralanmayagörsünler…
Karısının kızının en küçük çantasına 5 bin TL ödeyip koluna taktığı Chanel, Haydarpaşa Garı’nda çekilen ve milyonlarca dolar harcadığı reklam filmiyle tanıtırken dünyaya, seçkinlik markasını…
Haydarpaşa Garı’nı, o trenlerden çarıklı ayakları, yamalı poturlarıyla indiklerini unutmak için yok edenler... Seçkinliğin, kendi talihine yar olmasa da tarihe sahip çıkmak, yani soyluluk olduğunu asla öğrenemeyecekler.
Çünkü soyunu inkârla soylu olunmaz.
Anı hırsızları tarihi soysuz, tarihe saygısız olmak zorunda.
‘G’ NOKTASI
AKP hükümeti, bugüne kadar öpüp başına koyduğu ve baskın, arama, tutuklama, içeri tıkmalarını anaç gözlerle izleyip babaç sözlerle savunduğu haşarı yavrusu, özel yetkili yargının MİT’e dokunmasına niye bozuldu, anlayamadım.
MİT Müsteşarı’nı ÖYM’den kaçırmak için kişiye özel “Hakan Fidan Yasası” çıkacak.
MİT Müsteşarı, apoletlerinin yeri henüz soğumamış bir Genelkurmay Başkanı’ndan daha yüksek bir devlet katında mıdır? Devlete 139 general ve amiralden daha mı sıkı bağlı, daha mı sadıktır?
Belki de devletten çok hükümete sadakati sorgulanacaktır, MİT Müsteşarı’nın…
AKP iktidarını onca “terörist” ve yüzlerce “darbeci”den bunca koruyup kollayan ÖYM’den şimdi korkmak niye? Kendi atadıkları savcılardan daha iyi mi bilecekler kimin terör, kimin darbe peşinde olduğunu?
“Her canlı ölümü tadacak!”
ÖZEL YETKİLİ MEZARLIK
(Cumhuriyet)