Umut Dizginle Değil Kırbaçla Uyumludur

~ 06.10.2010, Nihat BEHRAM ~

Sözgelimi ‘dua’nın kıvılcımı yoktur. Afyon içerdiğine göre kıvılcımı nasıl olsun? Kıvılcım çevikliğin, hareketin, direnmenin enerjisini gizler. Uyuşukluğun, teslimiyetin, rehavetin külünü değil. Fakat, sözgelimi ‘umut’ kıvılcımla uyumludur. Kıvılcım umudun kırbacıdır.

Yolda ezilmiş bir köpeğe, kurtulması dileğiyle dua ederek bakmak, yani bilinmeyenden çaresizce medet ummak, ‘insani’ bir sığınma duygusundan öte ne gibi bir anlam taşır? Onu kurtarmak umudu, kıvılcımını ancak kurtarma çabasında bulur. O çaba kurtarma yönündeki eylemdir. Kurtarma isteği o çabanın kırbacıdır. Yani, umut, uğrunda eylem gerektirir.

Sporda bile stadyum seyircisinin TV izleyeninden farkı, kazanma umuduna enerjisiyle dahil olmasında değil midir?

Her ne kadar herşeyin turşusuna meraklı bir halkın çocukları da olsak, umudun turşusu kurulmaz. Umut kıvılcım taşıdığı için turşu malzemesi değildir. Zaten kıvılcımını yitirdiği an artık kendisi değil, başka bir şeydir. Örneğin küldür! Külün turşusu olabilir. Dua ve arabeskin de turşusu olabilir. Hatta turşu olmaya en çok onlar yatkındır. Zaten arabesk, teslimiyetçi terkibi gereği umutsuzluk turşusudur. ‘Umut’a karakterini veren teslim alınamazlığıdır. Ancak o zaman kendisidir. Teslim olmayışta direnç gizlidir. Direnç, ‘uğrunda kavga’ demektir.

Umudu doğuran ‘düş’tür. ‘Düş’ ile ‘umut’un uyumu bu doğumdan gelir. ‘Düş’ hayatiyet kazanmak için ‘umut’ doğurur. Düşün gerçeklik kazanması umudun canlılığı ve gücüyle orantılıdır. Ondan ki umut düşün nabzıdır. ‘Umut’suz ‘düş’ün ‘dua’dan farkı yoktur. Çünkü dua da nabızsızdır. Bir yere varmayı ya da bir şeyin gerçekleşmesini düşleyen bir insanın, düşünü o yöndeki çabasıyla kırbaçlaması gerekir. Belirleyici olan o çabadır. Bu çabanın enerjisi ‘kader ötesi’ne dönüktür. Dua ise, kadere güdümlü ve düğümlü aksesuardır.

‘Sevda’ gibi, ‘özlem’ gibi, insanoğlunun yarattığı en yüce değerlerden biri de umuttur. Bu yüce değerlerin anlamı taşıdıkları enerjiyle tartılır. Merak ettiğiniz şey hakkında merakınızı gidermek için üstüne gitmeniz gerekir. Merak, o gidişte anlamına kavuşmaktadır. Merakı aydınlatacak olan onu gidermek için verilen çabanın kıvılcımıdır. Yakıcı olmayan, yani ateşsiz, yani emek içermeyen sevda sevda mıdır, özlem özlem midir?

İnsanoğlunun yarattığı yüce değerler derindir. Derinlikleri kıvılcım doludur. Yine insanoğlu ürünü olan, sözgelimi dua ve arabeskin zemini sığlıktır. Sözgelimi teslimiyetin insan ruhunda derinleşecek kökü yoktur. Kadercilikse teslimiyetin en halsiz, en uyuşuk halidir. Körelmedir.

Umut, uğrunda verilen kavgada kök tutar. Kök tutması canlı olması anlamındadır. Yaşaması kök tutmasına, kök tutmasıysa uğrunda kavga verilmesine bağlıdır. Umudu duadan ayıran kaderci olmamasıdır. Köksüz, yani uğrunda kavga verilmeyen umudun duadan farkı kalmaz. Umudun sahici kılınmasının tek çaresi uğrundaki kavgasıdır. Bir şiirimde “Uğrunda dövüşülmeyen umut da çare değil!” demem bundandır.

SoL’da Kemal Okuyan, “Solun umudu yaratmak gibi bir yükümlülüğü vardır.” diye yazdı. Güncel politik sorunların çözümüne ilişkin öneriler içeren bir yazıydı. Yazının hangi konuda olduğu şimdi aklımda değil. Ve zaten günü gelip de, o yazıda sözünü ettiği güncel politik sorunlar çözüldüğünde, o sorunlara ilişkin çözüm önermeleri de anımsanmayacaktır. Fakat, umut nedeniyle söylediği bu cümle başlıbaşına sonsuz bir anlam taşımaktadır ve içerdiği öneri insanoğlu var olduğu sürece elzem olmayı sürdürecektir. Sonsuzluğu, hayatın ve insanoğlunun sonsuzluğuyla ilintilidir. Öyle ya, hayat ve insan var oldukça sevda da var olacak, özlem de, umut da. Tabi ki uğrundaki kavgalarıyla. Okuyan’ın cümlesini bu boyutuyla yani sonsuzluğu ve ölümsüzlüğüyle yorumluyorum: Devrimcilerin, umudu, uğrundaki kavganın kıvılcımlarıyla kırbaçlıyarak canlı ve sürekli kılmak gibi bir yükümlülüğü vardır.

Sonsuz ve ölümsüz olandan, güncel ve ölgünleşmiş olana geliyorum (yani referandum sonrasında bir kesimde tortulaşıvermiş olan halsizliğe):

Manzara özetle şudur: ABD’li emperyalistlerin Avrupalı kapitalistlerden yerli dinci yobazlara kadar kurdukları ittifak cephesi, halk oylamasından yüzde bilmem kaç galip çıktı! Oyunu ‘Hevet!’ diye açıklayan eski paşadan, ölüleri bile ‘Evet!’ demeye çağıran Hocaefendi’ye; bütün haber kanallarında sonucu, “Türkiye’de statükocu ve darbe yanlılarına karşı reformcular kazandı!” diye duyuran Avrupa kapitalizminin yorumcularından yerli erketeleri liberallere kadar olan kesim bu oylama sonucuyla moral buldu. Bir kesimde ise üzüntü, moralsizlik, sorma gitsin! ‘Bu halk buna layık’ diyenden, ‘Aziz Nesin haklı çıktı’ diyene kadar söylenen, yerinen, dövünen var!

Gerici ittifakın ‘Führer’i, referandum sürecinde tehdit ve kurnazlığın her türünü denedi. Katledilmiş devrimciler için ağlamaktan, kalesiyle ünlü Diyarbakır’a, ülkenin ‘gol kralı’yla birlikte gitmeye kadar! Öyle ki, tarih ‘faşizmin kandırma taktikleri’ olarak birçoğuna ilk kez tanık oluyor. Kendini solcu, hatta marksist diye niteleyenlerin CIA, dinci yobaz cemaat ittifakıyla demokrasiye geçileceğini savunması da tarihte bir ilktir. Kurnazlık ve tehdidin her türünü denediler. Peki, umudun tehditle yüzyüze kalması insanlık tarihinde ilk ve yeni bir şey mi? Eğer umudun tehditle kuşatılmasına teslim olsaydılar, ne Spartaküs, kuşatıldığı Vezüv Yanardağı’nın uçurumlarından yol bulup inebilirdi; ne Lenin Çar’ın karanlık pençesindeki mazlumun çaresiz bakışlarını göğün yıldızlarıyla doldurabilir; ne Stefan Filipovic boynunda ilmik, darağacında boğularak öldürülme öncesinde, “Kahrolsun faşizm, yaşasın mücadelemiz!” diye kükreyebilirdi.

Avrupalı kapitalistler referandum sonuçlarına nasıl bakarsa baksınlar! Umudu Avrupalı kapitalistlerin bakışına mı ektik ki, tohumunu karga alıp götürsün! Umudunun kökleri kavgasında olanın derdi bu değil. Dert düşmandan çok kavgada saf tutmayan seyircide küllenir. Kül olan ilkin seyircinin düşüdür. Çünkü umut, ona can veren çabayla kırbaçlanmadığı zaman kurur ve düş dalından düşer. Seyircinin çokluğu, ‘umut’ un ‘dua’ya terkedilişinin de açıklamasıdır. Bu işten kârlı çıkansa, ticaretini duayla ambalajlayan tüccar olmuştur.

İster düşmandan kurtulmanın düşü olsun, ister devrimci cephenin güçlenmesi düşü; ister halkın özgürlük düşü olsun, ister aydınlık günlerin düşü, o düşü canlı, yaşanır kılmanın tek yolu var: umudun kavgada kök tutması. Kenarda duran sadece duacıdır! Tökezlemesi, tortulaşması, kuruması ‘seyirci umudu’nun kaderidir. Seyircinin faturayı ‘halkın cehaleti’ ve ‘bu sonuca lâyık oluşu’ ya da ‘devrimcilerin zayıflığı’ gibi adreslere kesmeleri ise, kendini gizleme içgüdüsünden gelir. Devrimcinin yükümlülüğü denen şey, devrimci kavgada saf tutmaktır. Umut, onun uğrunda verilen kavganın kıvılcımlarıyla kamçılandığında ancak hayatiyet kazanır. Tek kişilik hücrede bile insanı dik tutan budur.

Hayat umudumuzsa eğer, hayata karşı yükümlülüğümüzün bilinciyle her zamankinden daha fazla umutlu olmamız gerekli değil mi, her zamankinden daha fazla ruhu kırbaçlı?

(SolHaber 06.10.2010)

Nihat BEHRAM | Tüm Yazıları
Hits: 5859