Türkiye'de Kadın Haklarının Serüveni: Geriye gidiş olur mu?

~ 11.12.2020, Av. İbrahim Aycan ~

Nüfus sayımlarında kadınların hayvanlar ve eşyalarla birlikte sayıldığı dönemden bu güne sadece 100 yıl geçti.

5 Aralık 1934 tarihinde Türkiye’de kadınlar ilk defa seçme ve seçilme hakkını ellerine aldılar ve insan muamelesi görmeye başladılar. Kadınların kocalarından izinsiz çalışabilmeleri ise henüz 30 yıl önce mahkeme kararıyla mümkün olabildi. Cumhuriyetin değerini o yüzden kadınlar daha iyi bilir.

Bugün dünyanın birçok bölgesinde ırkçılık, kadın düşmanlığı, zayıf olanlara karşı orantısız güç kullanımı, sayıları hızla artan mültecilerin kronik sorunları, insan doğasına ve gelişimine aykırı toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri ve irtica olarak tanımlanabilecek cehalet örnekleri insanlığın ortak müktesebatı ortada olmasına rağmen azalmıyor ve hatta artıyor. Ülkemizde ise kadın sorunu bütün sorunlardan bağımsız ve derin bir sorun olarak her alanda karşımıza çıkmaya devam ediyor. Sosyal ilişkilerden cinsel ilişkilere, mülkiyet ilişkilerinden siyaset sahnesine, sınıf kavgasındaki rol dağılımından istihdam olanaklarına kadar hissedilen bu sorun kadının sosyal yaşamda görünür kılınması ve hizmet sektöründe belli bir istihdamın kadınlara ayrılması ile çözülmüş addediliyor. Oysaki kadın sorunu krize dönüşmüş tüm sosyo-ekonomik meseleleri içinden çıkılmaz bir hale getiren ana faktör olarak karşımıza çıkıyor. Son yıllarda siyaset alanındaki oy dağılımında kadınların “sonuç belirleyici” olarak tanımlanması çekilmez hale gelen sorunların dışa vurumu mahiyetindedir.

Kadını Yok Sayan Toplumlar Geri Kalmıştır

Kadınları erkeklerden farklı bir tür gibi gören toplumların patolojik hastalığımedeni dünya ile aralarında derin bir uçurum yaratıyor. Kadının ekonomiye, iş gücüne, kültüre, sanata, edebiyata ve sosyal hayata katılmadığı toplumların potansiyel gücünün en az yarısını yitirdiğini kabul etmek gerekir. İster Medeniyetler İttifakı densin, ister Medeniyetler Çatışması Teorisine inanılsın, kadınların topluma katkısının olmadığı ülkelerin dünya ölçeğinde bir varlık gösterebilmesi neredeyse imkânsızdır. İster güç odaklı çatışmacı bir ülke olsun ister dünya medeniyetine katkı vermek isteyen medeni bir ülke olmak amaçlansın kadınlarını ikinci sınıf insan kabul eden ülkeler “gelişmemiş” kategorisinde kalmaya mahkûmdur. Ortaçağ Hristiyanlığının yarattığı tahribatın güncel versiyonunu ne yazık ki Ortadoğu toplumlarında görmeye devam ediyoruz. İnsanlık, ortak hafızadan dersler çıkaramadan çağları devirerek yoluna devam ediyor ve birçok toplumun tekâmülü sonraki yüzyıllara ertelenmek zorunda kalıyor.  

Geleneksel ataerkil düşünce sistemi ve bazı toplumların zihin altına kazınan dinsel yobazlık sonucunda kadınların ikinci bir tür olduğuna olan inanç büyük bir geri kalmışlığı da beraberinde getiriyor. Kadınların sosyal hayattan ve iş yaşamından dışlanması ya da yeterince yer alamaması sonucunda medeniyet tasavvuru içinden çıkılmaz bir kısırdöngü içinde debelenip duruyor. İstatistikler,  gelişmiş olarak tanımlanan ülkelerde % 85’lere varan kadınların iş yaşamına katılım oranının, Pakistan’dan Fas’a uzanan coğrafyada ve nüfusun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde % 15-30 aralığında olduğunu söylüyor. İslam dünyası olarak tanımlanan ülkeler arasında zikredilen Türkiye’de bu oranın % 33’ün üstüne çıkamasa bile nispeten yüksek olmasının en önemli sebebi Cumhuriyet Devrimleri ile getirilen çağdaş düzendir. Bu oranın yeteri kadar yükselememesi ise aydınlanma felsefesinin toplum tarafından içselleştirilmemesi, kimi zaman reddedilmesi ve toplumun belleğinde yer etmiş arkaik kültürün kendini her alanda hissettirecek kadar güçlü bir direnişte olmasıdır. 

Kadın Haklarının Türkiye’deki Tarihçesi

Kadın haklarının Türkiye’deki geçmişi Cumhuriyet ile başlamadı şüphesiz. Antik Yunan döneminde, kadınların yurttaş sayılmadığı zamanlarda,soylu sınıflarda görülen kadın aydınlanması, Osmanlı Sarayında ve elit zümrelerde de gelişti. Tıpkı Avrupa Ortaçağında kadınların eğitim alması hor görülürken kendi kızlarına evlerinde eğitim veren aileler gibi. Osmanlının son döneminde de olan buydu. Kadınlar, sadece temel eğitim veren ve daha çok camilerin yanında açılan Sıbyan Mekteplerine gidebiliyorkenhem daha fazla bir eğitime hem ihtiyaç bulunmuyordu hem de bu yönde talep yoktu. (1) Üstelik Sıbyan mekteplerinin öğretmenleri de cami imam ve müezzinleri, biraz okuryazar olan, orta yaşlı ve ağırbaşlı kişiler ile bazı hafız ve okumuş kadınlar idi. Zira gerek yönetici sınıflarda, gerek işgücünde ve gerekse sosyal yaşamda kadınların var olabileceği alanlar fevkalade kısıtlı idi. Yönetici ve aydın kesimin kızları ise tıpkı Avrupa Ortaçağında ve Antik Yunan’da olduğu gibi ailelerinin nüfuzu sayesinde özel eğitim alabiliyor, bu eğitimi özel yaşamında kaliteyi artırmakta kullanabiliyordu. Bu yüzden, elit zümrelerde başlayan aydınlanmanın halka yayılması uzun zaman aldı. Bir yandan elitist aydınlanma devam ederken bir yandan da kadınların eşyalar ve hayvanlarla birlikte nüfus sayımına tabi tutulmasının ardında elbette ki mülkiyetin kadınlar ve erkekler arasındaki tanzim sistemi ve askeri bir mantık bulunuyordu.

Dinsel dogmalar ve töre ile gelişen teamül ve ferman hukuku hem kadını yaşamın bütün alanlarından dışladı hem de bilimin ve düşünce özgürlüğünün gelişimini geciktirdi. 600 yıl süren bir imparatorluktan günümüze ulaşan bilimsel eser sayısının azlığı, kadın düşünür ve aydınlardan ise tazimattan sonra bahsedilebilmesi toplumun gelişiminde yüzlerce yılın heba edildiğini ortaya koymaktadır. Osmanlı döneminde kadının topluma ve üretime katkısının olmayışının etkisini bilim insanlarının mutlaka araştırması gerekmektedir. 

Bugün, dinci retoriğin göklere çıkardığı kimi padişahların ve kızlarının Avrupa’nın en önemli sanatlarkarından özel dersler alması, onlarla iletişimde olması, sanatı, bilimi ve dünya literatürünü takip ederek çağına adapte olması bizleri şaşırtmamalıdır. Müspet bilimlerin ve matbaanın yasaklandığı bir saraydan aydınlanmaya giden yolculuk uzun sürse de Cumhuriyet öncesi modernleşme hareketlerinin önemi unutulmamalıdır. (2)

Türkiye aydınlanmasında Lozan’dan itibaren “azınlık” olarak tanımlanan ancak ticaretin, yayıncılığın ve entelektüel sermayenin dinamosu olan Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerin katkıları da göz ardı edilemez. Çoğu hukukçunun bilmemesine karşın, ilk Resmi Gazeteyi 1831 yılında Takvim-i Vekayi adıyla padişah namına hazırlayan ve yayınlayan kişininFransız kökenli bir gazeteci olması nasıl unutulabilir? (3) Üstelik gazeteyi yayınlayan Alexandre Blacque’in oğlu Edouard Blacque Osmanlı Devletini ABD Büyükelçisi olarak temsil etmişti. İstanbul Barosu’nun ilk avukatlarına baktığımızda da aynı şeyi görebiliriz.  Kadın haklarının gelişimi de aynı minvalde olmuştur.

Kadın Haklarında Tarihsel Kronoloji

Cinsiyet ayırmaksızın bütün çocuklara eşit miras hakkı tanıyan İrade-i Seniyye, Padişah emri ile 23 Nisan 1847 tarihinde ilan edildi. Bu belge ile babanın arazisinde mirasın intikal hakkı kız çocuklarına da tanınmıştı. Şeriat hukukundan kopma anlamına gelen bu uygulama hukuk alanında yaygınlaşmamasına rağmen sosyolojik anlamda devrim niteliğindedir. Zira kadının sosyal yaşamdaki diğer hakları mülkiyet hakkının hukuk alanında tanınmasının ardından gelmeye başlamıştır.  Kadına karşı mülkiyetin intikali yerel örf ve uygulamalarda hala sıkıntılar barındıran bir alan olmaya devam etmekte, erkek çocuklarının mirastan daha fazla pay alması gerektiği yönündeki bağnaz düşünce yer yer kendine yer bulabilmektedir.  Cumhuriyet döneminin yerel ölçekte trajikomik olaylarından biri olarak anlatılan “Akdeniz bölgesinde sahile yakın verimsiz arazilerin kız çocuklarına, iç kısımlardaki verimli arazilerin de erkek çocuklarına verilmesinden sonra bölgenin turizme açılmasının akabinde kız çocuklarının tesadüfen zengin olduğu”hikâyesi bu topraklarda kadın sorununun köklü şekilde devam ettiğine dair önemli bir anekdottur. Hukuk reformuna, Medeni Kanuna ve bir üst kavram olarak kadın erkek eşitliğinin kabulüne rağmen sosyolojik gerçekliklerin diğer bölgelerdeki uygulamalara tesiri araştırmaya değer bir konu olmaya devam etmektedir. (4) 

1856 yılında ise Osmanlı topraklarında kadınların köle ve cariye olarak alınıp satılmaları yasaklanmış, insan onuruna aykırı yüzlerce yıllık uygulama resmi olarak sona erdirilmiştir.  Kadınların mal gibi alınıp satılmasını önleyen gecikmiş bir kanun 600 yıllık bir devletin yıkılmasından ancak yarım asır önce çıkarılabilmiştir. Osmanlı bakiyesi olarak tanımlayabileceğimiz Suudi Arabistan ve Yemen’de, Birleşik Krallığın baskısı neticesinde kölelik anca 1962 yılında kaldırılabilmiş, Umman’da 1970 yılında, Moritanya’da ise kölelik 1981 yılında kaldırılabilmiştir.Günümüzde Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu Çad, Moritanya, Nijer, Mali ve Sudan gibi ülkelerde köleliğin yaygın olduğu düşünülmektedir.(5)  21. Yüzyılda ise Irak ve Suriye’de kadınların köle olarak satıldığı pazarların kurulması insanlık adına yüz kızartıcı bir durum olmuştur. (6)  Klasik kölelik dışında kölelik benzeri uygulamalar ise birçok geri kalmış ülkede elbette devam etti ve günümüze geldiğimizde “modern kölelik” kavramı literatüre girmiş bulunuyor. Öte yandan, yukarıda bahsedilen ülkelerdeki gerici uygulama ve kadın düşmanı jargonun ülkemizde azınlıkta kalan temsilcileri fırsat buldukça kafalarını kumdan çıkarmakta ve kadınları ikinci sınıf varlıklar olarak tanımlamaya devam etmektedir.  

1869’da ise Maarif-i Umumiye Nizamnamesi(7) yayımlanarak kız ve erkek çocukların eğitim alması yolunda ilk adım atılmış, 1876’da ilan edilen ve ilk Anayasa olarak kabul edilen ancak fiilen uygulanamayan Kanunu Esasi ile kız ve erkekler için ilköğretim zorunlu hale gelmiştir. (8) 

Tanzimat’la birlikte, Fransa’nın 1867 tarihli Duruy Kanunundan yararlanılarak hazırlanan Maarif-i Umumiye Nizamnâmesi ile kızlar için öğretmen okulu açılması ve rüşdiye sayısının artırılması kararlaştırılmış, ayrıca kadın sağlığı için ebe mektebi açılmıştır. Fransa Eğitim Bakanı Victor Duruy’e Osmanlı eğitim kurumlarının sistemleştirilmesi için bir proje hazırlattırılmış, bu çerçevede 1868 yılında Galatasaray Lisesi kurulmuş ve benzeri okullar kurulmuş, aydın kesimin yetişmesinin önü açılmıştır. (9)

Osmanlı döneminde kadınlar ‘ücretli işçi’ statüsüyle ilk defa 1897 yılında çalışma hayatına katılmaya başlamışlardır. Aradan geçen 100 yıldan fazla bir süreye ve son 30-40 yıldaki hızlı kentleşmeye rağmen 2020 yılı itibari ile kadınların çalışma yaşamındaki işgücüne katılma oranı TÜİK verilerine göre % 26,3’ü geçememiştir. Kadın işsizlik oranının tam olarak tespit edilemediği düşünülmektedir. Özellikle kent nüfusunun artması ile kadınların modernleşeceği ve sosyal hayata daha fazla katılabileceği varsayımının geçersiz kalması daha derin dinsel, kültürel, sosyo-ekonomik ve eğitimle ilgili problemlerin varlığını göstermektedir. Aynı istatistiklere göre erkeklerin işgücüne katılım oranının % 58,9 olması ve erkeklerin kadınlara göre %31,4 daha fazla gelir elde ediyor olması kadın hakları alanında Türkiye’nin henüz yolun yarısında bile olmadığını, nüfusun yarısını oluşturan kadınların ülkeye katkısının oldukça düşün olduğunu göstermektedir.(10)

Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı’nın etkisiyle, 1871 yılında Hukuk-ı Aile Kararnamesi çıkarılmış ve evlilik sözleşmelerinin resmi memur eşliğinde yapılması zorunlu hale getirilmiş, evlenme yaşı erkeklerde 18, kadınlarda ise 17 olarak belirlenerek zorla evlendirmelerin geçersiz sayılası kabul edilmişti. (11) Medeni kanunun 1926 yılında temel prensip haline getirdiği bu yasal mecburiyetin halen toplumda karşılığının olmadığı ve küçük yaşta evlendirmelerin yaygın olduğu bilinmektedir. Resmi kayıtlara göre 2019 yılında erken yaşta evlendirilme sayısı 17 bin 47 olarak açıklanmıştır. Türkiye’de son 18 yılda 542 bin 821 çocuğun evlendirilerek ya da evlilik dışı ilişki yoluyla anne olduğu açıklanmıştır.(12)  Bu konuda istatistiklere yansımayan veriler hesaba katıldığında toplumun içler acısı bir halde olduğu düşünmekten başka çare bulunmamaktadır.

Kanunu Esasi’nin hükümleri 1908 yılında kabul edilen 2. Meşrutiyete kadar uygulanamamıştır. Bu eğitim zorunluluğunun 20-30 yıl öncesine kadar Cumhuriyet Döneminde bile tam olarak uygulanmadığını hepimiz biliyoruz. Aynı kanuna göre Saltanat ve Hilafet Osmanoğulları’nın en büyük erkek evladına aittir ve kız çocuklarının iktidar alanında bir etkisi ve yetkisi bulunmamaktadır.

Uygulamada ve sosyal hayatta yer bulamayan önceki kanunlardan sonra 1913 yılında Tedrisat-ı İptidaiye Kanunu Muvakkati (İlköğretim Geçici Kanunu) kabul edildi ve ilköğretim zorunlu ve ücretsiz yapıldı. Meşrutiyet Hareketi, kadınların sosyal hayatın her alanında bulunmasını öngörmesine rağmen yine de kadınlar için eğitim veren kurumlar hem sayıca az hem de kalite bakımından düşük olmuştur.(13)  Kız ve erkek çocuklarının birlikte okuması ise zaten o dönemde sadece bir hayal olabilirdi.

1924 Anayasası’nın 87. Maddesi 1913 tarihli kanunun hükmünü korumuş “Kadın, erkek bütün Türkler ilköğretimden geçmek ödevindedirler. İlköğretim Devlet okullarında parasızdır” hükmüne yer verilmiştir.

Önceki dönemlerde açılan ebe okulları sayesinde yetişen kadın hemşireler Balkan savaşında hastanelerde çalışmaya başlamışlardır ve bu sebeble1912 yılı Türkiye’de ülkemizde hemşirelik mesleğinin başlangıcı kabul edilmektedir.

Kadınların devlet memuru olabilmesi ise ilk kez Meşrutiyet sonrası 1913 yılında mümkün olabilmişti.

Cumhuriyet İnkılaplarının en önemlilerinden olan ve 1926 yılında kabul edilen 743 Sayılı Medeni Kanun(14) sonucunda, birden fazla kadınla evlenme kaldırılmış, evlenme akdinin, iki ergin şahit huzurunda, resmi nikâh memuru önünde yapılması esası kabul edilmiş, resmi olmayan nikâh geçersiz sayılmış, evlenmede kadın ve erkek için yaş sınırı getirilerek çok küçük yaşta evlenmeler kaldırılmıştır. Velilerin kızları adına evlenme akdi düzenlemeleri yasaklanmış, temsilci yoluyla evlenme kaldırılmıştır. Şeriata göre boşanma yetkisi kocaya tanınmışken ve koca boşanma kararını eşine bir vekil aracılığı ile de bildirebilirken tek taraflı boşanma kaldırılmış ve vekil ile bildirme de yasaklanmıştır. Boşanma konusunda erkeğe tanınan haklar aynen kadına da tanınmış, keyfilik kaldırılmış, boşanma halinde, kadının ve çocuğun haklarını güvence altına alacak hükümler getirilmiş, evli kadının ekonomik haklarını daha iyi koruyan esaslar kabul edilmiştir. Miras hukukunda cinsiyet ayrımı kaldırılarak kanun önünde kadın ve erkek eşitliği tam olarak sağlanmıştır.

1966 yılında, kadın ve erkek işçiler arasında ücret eşitliğini sağlayan Uluslararası Çalışma Örgütü(ILO) sözleşmesi TBMM tarafından onaylanmıştır. (15-100 No’lu Eşit Ücret Sözleşmesi)

Türkiye, 1985 yılında Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesini (CEDAW) (16) onaylamış, sözleşme hükümlerini iç hukukunda uygulayacağını taahhüt etmiştir. CEDAW, Birleşmiş Milletlerin sekiz temel sözleşmesinden biri olarak kabul edilmekte, kadın erkek eşitliğini Anayasa ve yasalarla tanımayı öngörmektedir. Kadınlara karşı her türlü ayırım yasaklanmış, bu ayrımı körükleyen mevzuatın değiştirilmesi, kadınların erkeklerle mahkeme ve devlet kurumlarında sağlanması, kamu kurumlarının tüm davranışlarının bu temelde şekillenmesi ve uygun önlemlerin alınması öngörülmüş ayrıca kadınlara karşı ayırımcılık içeren ceza hukuku hükümlerinin yürürlükten kaldırılması taahhüt edilmiştir. Sözleşmenin onaylanmasının ardından kademeli şekilde mevzuat değişikliklerinin yapıldığı sonraki yıllarda görülmektedir.

1990 yılında kadınların çalışmasını kocalarının iznine bağlayan Medeni Kanun’un 159. maddesi Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. (17)  Mahkeme, “Kadınla erkeğin eşitliği, iki cins arasındaki eşitsizliği yaratan değer yargılarının değiştirilmesini gerektirir. Çağlar boyu toplumların büyük kesiminde erkeğin kadına üstünlüğü yerleşik bir değer yargısı durumuna getirilmiş ve bu yargının temelinde, kadının âciz, erkek tarafından korunmaya muhtaç bir varlık (inbeccillitassexus) olduğu varsayımı yer almıştır.” diyerek  çağdaş bir toplum inşasını amaçlayan Medeni Kanunda böyle bir hükmün yer almasının artık uygun düşmediğini açıklamıştır. Kanunun yapıldığı 1926 yılı koşullarında kadınların çalışmasını onaylamayan bir toplumsal dinamiğin ve dinin etkisinin Medeni Kanuna dahi yansıdığını ve toplumsal değişimin 2000’li yıllara doğru bu durumu değiştirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Yine 1997 yılında, kadının evlendikten sonra kendi soyadını da kullanabilmesi için Medeni Kanun’un 153. maddesinde değişik yapılmış, kadın ile erkek arasında bu bakımdan da eşitlik sağlanmaya çalışılmıştır.

Eğitim alanındaki son gelişme ise 28 Şubat Süreci olarak bilinen dönemde, 1997 yılında hayata geçirilen 8 yıllık kesintisiz eğitim  şartı din ve türban üzerinden yoğun şekilde tartışılmasına rağmen onun devamı niteliğinde olan ve daha ileri düzenlemeler getiren 4+4+4 sistemi 2012 yılında yaşama geçirilmiş, kadın-erkek ayrımı olmaksızın 12 yıllık eğitim zorunlu hale getirilmiştir.

2001 yılında eski Medeni Kanunun kaldırılarak yeni Medeni Kanunun kabul edilmesiyle önemi bir zihniyet devrimi daha gerçekleştirilmiş, çağa uygun düzenlemeler daha sistematik halde düzenlenmiştir.  Evlilik birliğini kocanın temsil ettiğini açıkça yazan eski kanun hükmü yerine eşlerin evlilik birliğini birlikte yönetecekleri ve birlikte temsil edecekleri anlayışı getirilmiştir. “Ailenin ortak mutluluğu için “karıyı” gücü yettiği kadar kocanın muavin ve müşaviri saymış ve evin bakımından kadını sorumlu tutmuş” olan eski kanun anlayışı değişmiş,(18) mal rejimi yeniden düzenlenmiş ve edinilmiş mallara katılma rejimine geçilmiş, boşanmış kadının, velayeti kendisine verilmiş çocuğuna kendi soyadını verebilmesine imkan tanınmış, ortak konutu eşlerin birlikte seçmeleri ve aile konutu üzerindeki tasarruflarına sınırlama imkanı getirilmiştir.  

Yeni Medeni Kanundan hemen sonra 2004 yılında düzenlenen Yeni Türk Ceza Kanunu ile uluslarararsı sözleşmeler ve Yeni Medeni Kanuna paralel düzenlemeler öngörülmüş, modern hukuk ile paralel düzenlemeler getirilmiş, zina suç olmaktan çıkarılmış,  cinsel suçlar bakımından kadınların evli olup olmaması yönündeki yorum farkları giderilmiş, cinsel özgürlüğe karşı suçlarda kadın erkek ayrımı ve ırz kavramı kaldırılmış, töre, kan davası ve namus cinayeti tarzındaki suçlara ilişkin suçlar suçun nitelikli hali olarak kabul edilmiş, yasa dili bakımından ise erkek egemen dil terk edilmiştir.(19)

Kadınların Seçme ve Seçilme Hakkını Elde Etmesi

Osmanlı’nın son dönemlerinde hızlanan kadın hareketi ve devlet tarafından tanınan kadın haklarının gelişimi cumhuriyet devrinde daha sistematik, kurumsal ve hukuksal bir yapıya bürünmüştür. Medeni Kanun ile en temel hak olan mülkiyet hakkının tanınmasından sonraTürkiye’de kadınlar, belediye seçimlerinde seçme ve aday olma hakkını 1930 yılında yapılan ve 1580 Sayılı Belediye Kanununun 59. maddesine göre çıkarılan Belediye Meclislerinin çalışma usulüne dair talimatname sonucunda kullanmaya başlamışlardır. Kadınlar siyasal haklarını ilk kez 1930 yılındaki kullanmışlar ve özellikle İzmir ve İstanbul seçimlerinde kadın adaylar da yarışmıştır. (20)

Artvin ili Yusufeli ilçesine bağlı Kılıçkaya beldesinde belediye başkanı seçilen Sadiye Hanım, Türkiye’nin ilk Kadın Belde Belediye Başkanı olmuş ve bu görevi iki yıl yürütmüştür.

Türkiye’nin ilk kadın il belediye başkanı ise çok partili siyasal hayata geçildikten sonra 1950 yılında yapılan yerel seçimlerde Mersin Belediye Başkanlığına seçilen Müfide İlhan olmuştur.

Köy Kanunu’nun 20. Maddesinin değiştirilmesine dair 26 Ekim 1933 tarihli ve 2329 sayılı kanun ile kadınların köy muhtarlığına ve ihtiyat heyetlerine seçilme hakkı tanınmış, Aydın’ın Çine ilçesine bağlı Demirdere köyünde Gül EsinTürkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın muhtarı olmuştur. (21)

Nihayet Türkiye Cumhuriyetinde 5 Aralık 1934 yılında 1924 Anayasasında ve Seçim Kanununda değişiklik yapılmış ve kadınların ilk kez oy kullanmasının ve aday olabilmesi yasal teminat altına alınmıştır. Dünya Kadın Hakları Günü olarak da kutlanmakta olan 5 Aralık tarihinde çıkan bu kanun değişikliği ilekadınlara seçme ve seçilme hakkı Türkiye’de tam anlamıyla tanınmıştır.  Türkiye, Fransa; İtalya, Romanya, Bulgaristan, Belçika ve İsviçre’den önce kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanımış bir ülke olmuştur. Bu yasa değişikliğinden sonra kadınlar ilk genel seçimlere 8 Şubat 1935 tarihinde yapılan TBMM 5. dönem seçimlerine katılmışlar ve bu seçimlerde 17 kadın milletvekili TBMM’ye girmiştir.

Türk tarihinde bu güne kadar hiçbir kadın Cumhurbaşkanı ya da devlet başkanı olamamıştır. Cumhuriyet tarihinde hiçbir kadın TBMM Başkanıda seçilememiştir. İlk kadın bakan 1971 yılında Türkân Akyol, ilk kadın büyükelçi 1982 yılında Filiz Dinçmen olmuştur. Tansu Çiller, Türkiye’nin ilk ve tek kadın başbakanı olarak görev yapmıştır. 2018 yılında yapılan Milletvekili Seçimlerine göre meclisteki sandalyelerin sadece %17,3’ü kadınlardan oluşmaktadır. Siyasi partiler nüfusa oranlar kadın kotası koymamakta, kadınların ezici çoğunluğu parlamentoda temsil edilememektedir.

İlk kadın avukat 1925 yılında Süreyya Ağaoğlu(22), ilk kadın opera sanatçısı 1934 yılında Semiha Berksoy, ilk kadın emniyet müdürü 1953 yılında Feriha Sanerk, ilk kadın vali 1991 yılında Lale Aytaman, ilk kadın Danıştay Başkanı 1994 yılında Füruzan İkincioğulları olmuş, ilk kadın hukuk fakültesi dekanı olan Prof. Dr. Aysel Çelikel (23) ise aynı zamanda 2002 yılında ilk kadın adalet bakanı olarak görev almıştır. Türkiye’nin kadın hakları alanında ilk akademik çalışma yapan uzmanı ise Avukat Nazan Moroğlu’dur.(24)

Bir kadının Anayasa Mahkemesi Başkanı olması 2005 yılında gerçekleşmiş, Tülay Tuğcu Mahkemenin başkanı olmuştur. (25)  Yine, Ayşe Işıl Karakaş, 2008 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde yargıç olmuş, onun görevinin sona ermesinden sonra da yine bir kadın aynı göreve seçilmiştir. Saadet Yüksel, uzun tartışmaların ardından 2019 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yargıç olarak seçilmiştir. En üst düzeydeki bu seçimlerin tabandan güçlü şekilde gelmekte olan kadın hareketini sembolik olarak temsil ettiğini düşünmek yanıltıcı olmayacaktır.

İstanbul Sözleşmesinin Kadın Hakları tarihindeki yeri: Geriye dönüş olur mu?

Kadın hakları alanında zirve noktası ile İstanbul Sözleşmesinin imzalanması olmuştur. Türkiye’nin Avrupa Konseyi Başkanlığını yürüttüğü dönemde ve Avrupa Parlamentosu Başkanı da bir Türk iken düzenlenen bu sözleşme tarihsel bir öneme sahiptir. Evrensel öneme sahip sözleşme, Türkiye’deki kadın hakları serüveninde çağdaş dünya ile eşgüdümü sağlaması ve özgür dünya kadınları ile Türk kadınını eşitlemesi bakımından tarihi bir dönüm noktası olmuştur. Türkiye, “dinci” olarak tanımlanan bir yönetim altındayken sözleşmenin hazırlanmasında aktif rol alması tarihsel birikimin inkâr edilemezliğini ve kadınların toplumda elde ettiği gücün geldiği seviyeyi göstermektedir.

Çağdışı Dünyanın temsilcilerinden olan Suudi Arabistan’da kadınların ilk kez 2015 yılındaki yerel seçimlerde oy kullanabildiklerini düşündüğümüzde Türkiye’de tarihsel bir dinamiğe sahip olan kadın haklarının geriye gidemeyeceğini varsaymak akla daha yakın durmaktadır. En başta laikliğin ve Cumhuriyet Devrimlerinin tadını alan kadınların buna izin vermeyecekleri öngörülebilir bir durumdur.

Bugün kamu kurumlarında ve özel sektörde kadınların yoğun şekilde çalışmasına rağmen üst kademelere çıktıkça kadın sayısında gözle görülür bir düşüş izlenmektedir. Örneğin kadın akademisyen sayısı oldukça fazla olmasına rağmen kadın rektör sayısı çok azdır. Benzer durumlar başka sektörlerde de yaşanmaktadır. Bu durum kendi içince bir çelişki barındırmakla birlikte zamanla dengenin yerini bulabileceğini düşünebiliriz.

Bugün kadınların çalışmasını dine aykırı bulan yobaz tarikat şeyhleri bile kendi kızlarının iş hayatındaki kariyerlerinin önünde duramıyor ve çaresizce sızlanıyorlar. Kadınlar çalıştıkça, ürettikçe kendilerini normal bir insan gibi görmeyen erkekler tarafından zorunlu olarak kabullenilmekte ve hatta saygı görmektedir. Bayatlamış siyasal argümanlar ile kadın haklarını geriye götürmenin imkânsızlığını laiklik karşıtı güruh da yaşayarak görmektedir. 

Yaklaşık 150 yılı bulan Türk modernleşmesi ve kadın hakları mücadelesi artık sosyal sınıfların bütün katmanlarında yer alan kadınlar sayesinde geri dönülmez bir noktaya gelmiştir. Kadın haklarını“Kadınların sizin üzerinizdeki hakları geleneklere uygun biçimde yiyecek ve giyeceklerini sağlamanızdır.”(26)şeklinde özetlenen alana hapsetme ve elde edilmiş kazanımları geriye götürme çabalarını günümüz kadınları reddetmektedir.Bu bağlamda İstanbul Sözleşmesi hem vazgeçilmez bir medeniyet çıtası hem de bütün çağdaş kazanımların sembolü haline gelmiş bulunuyor.

İbrahim Aycan, Hukukçu

NOTLAR:

  1. Osmanlı’da ilköğretim Sıbyan Mektepleri ve Öğretimin örgütlenmesi
  2. Müspet bilimlerin ve matbaanın yasaklanması
  3. İlk Resmi Gazeteyi 1831 yılında Takvim-i Vekayi adıyla padişah namına Alexandre Blacque tarafından hazırlanması
  4. Hadigari Cumhur filmi, sahil beldelerinde yaşanan miras kavgalarına trajik bir dille ışık tutuyor: “Verimli araziler mal bölünmesin diye erkeklere, sahil kenarındaki bataklık ve kumluk araziler ise kız çocuklarına verilirmiş.”
  5. İslam’da Kölelik(Vikipedia) ve Köle (İslam Ansiklopedisi) İslâm hukukunda köle mülkiyete, hukukî işlemlere konu olması bakımından “eşya” (mütekavvim mal) olarak kabul edilmişse de hukukun diğer dalları bakımından köle eşya değil “şahıs”tır. Fakat bazı noktalarda tam, bazılarında sınırlı ehliyetli, bazı bakımlardan da ehliyetsiz, her hâlükârda hür kimselerden farklı bir statüde kendine özgü (suigeneris) hukukî bir varlıktır. 
  6. Türk Tabipler Birliği: Ortadoğu’da Savaşı ve Kadın Kırımını Durduralım!
  7. Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ve Türk eğitim tarihindeki yeri
  8. 1876’da ilan edilen ve ilk Anayasa olarak kabul edilen Kanunu Esasi
  9. https://islamansiklopedisi.org.tr/fransa
  10. Türkiye’de Çalışma Hayatında Yaşanan Cinsiyet Eşitsizliği
  11. Hukuk-ı Aile Kararnamesi
  12. Türkiye’de son 18 yılda 542 bin 821 çocuğun evlendirilerek ya da evlilik dışı ilişki yoluyla anne olduğu açıklandı
  13. Türkiye’de Kadın Hareketinin Tarihi 
  14. 743 Nolu Medeni Kanun
  15. Kadın ve Erkek İşçiler Arasında Ücret Eşitliğini Sağlayan 100 NoluILO sözleşmesi 
  16. Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesini (CEDAW)
  17. Anayasa Mahkemesinin 1990/31 Sayılı Kararı
  18. Bknz: 17
  19. Türkiye’de Kadınların Yasal Kazanımları
  20. Belediye meclislerinin çalışma usulüne dair talimatname
  21. Gül Esin – Türkiye’nin ilk kadın muhtarı
  22. Süreyya Ağaoğlu- Türkiye’nin ilk kadın avukatı
  23. İlk kadın hukuk fakültesi dekanı ve ilk kadın adalet bakan Prof. Dr. Aysel Çelikel
  24. Türkiye’de kadın hakları alanında ilk akademik çalışmayı yapan kişi Avukat Nazan Moroğlu olmuştur
  25. İlk kadın Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu
  26. Veda Hutbesi – İslam Ansiklopedisi – Diyanet Yayınları

http://www.toplumcudusunce.com/turkiyede-kadin-haklarinin-seruveni-geriye-gidis-olur-mu/

Av. İbrahim Aycan | Tüm Yazıları
Hits: 7803