Baş Öğretmen Mustafa Kemal Atatürk, bir Bursa Seyahati sırasında Büyük Zaferi kutlamak üzere Şark tiyatrosunda toplanan öğretmenlere hitap ediyor ve şunları söylüyor[1]:

“Öğretmen hanımlarımız, öğretmen beylerimiz, şairlerimiz, edebiyatçılarımız, yazarlarımız sürekli millete bu felaket günlerini ve onun gerçek nedenlerini açık ve kesin olarak söyleyecekler, bildirecekler bu kara günlerin dönmemesi için dünya yüzünde medeni ve çağdaş bir Türkiye’nin varlığını tanımak istemeyenlere, onu tanıtmak zorunda olduğumuzu hatırlatacaklardır… Gözlerimizi kapayıp soyut yaşadığımızı kabul edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile ilgisiz yaşayamayız… Tam tersine ilerleyen ve medenileşen bir millet olarak uygarlık sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen neredeyse oradan alacağız ve milletin her bireyinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur… Öğretmen hanımlar, Öğretmen beyler! Cahillik yok edilmedikçe, yerimizdeyiz… Yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor, demektir. Bir taraftan genel olan cahilliği yok etmeye çalışmakla beraber, diğer taraftan toplumsal yaşamda bizzat faal ve faydalı, verimli elemanlar yetiştirmek lazımdır. Bu da ‘ilk ve orta öğretimin uygulamalı bir şekilde gerçekleşmesiyle’ mümkündür. Ancak bu sayede toplumlar iş adamlarına, sanatkarlarına sahip olur. Elbette milli dehamızı geliştirmek, hislerimizi layık olduğu dereceye çıkarmak için yüksek meslek sahiplerini de yetiştireceğiz. Çocuklarımızı da ayni öğretim derecelerinden geçirerek yetiştireceğiz… Ordularımızın kazandığı zafer sizin ve sizin ordularınızın zaferi için yalnız zemin hazırladı. Gerçek zaferi siz kazanacak ve devam edeceksiniz ve mutlaka başarılı olacaksınız…”

Bu sözlerin üzerine ilave olarak ne söylenebilir gerçekten çok zor olsa da bu insanı nereden bakarsanız bakın daima kendisine hayran bıraktıran “sürekli gelişime odaklı o billur zihninin” akışına uygun olarak ve de Öğretmenler Gününün[2] önemine binaen günümüze yönelik bazı hatırlatmalar ve veya ilaveler de yapalım, istiyoruz. Çünkü bu konuda bizce durum Atatürk’ün pek de istediği gibi değil …

Öncelikle, yeni doğan çocuk ile yetişkin arasındaki dönemi ele alan “Pedagoji Biliminin ve Eğitim Pedagojisinin” şemsiyesi altındaki ana-ilk-orta-lise öğretmenlerine ve üniversitelilerin karşısına çıkan öğreten akademisyenlere, uzmanlık taslamak amacımız değildir. Aşağıdaki ham fikirlerimiz bir beyin fırtınasından ibaret olup, kesinlikle sorgulanabilir …

Ancak bizler gibi görevinde uzun yıllar “yetişkinliğin başlangıcındaki” 20-30 yaşlarındaki genç insanların ve onların “eğitimlerini-öğretimlerini” geliştirmek üzere büyük bir kurumun “eğitim disiplininin” başında sorumluluk almış, çeşitli görevlerle dünyayı da gezip görmüş meslek erbabı olanlar ve mesela askeri okullar ile şanlı Cumhuriyet Ordusunun ‘Kışla okuldur!’ prensibini uygulamaları nedeniyle de profesyonel subaylar-astsubaylar (Bakınız: 22 Haziran 2018, Er Gazinolarının Kültür Merkezlerine Dönüştürülmesi ve Kışla Okuldur Yaklaşımı ), hatta bazı eğitimci polisler, bazı eğitimci belediye memurları vs. de her daim bu eğitim-öğretim işlerinin içinde olduklarından, bu konuda kuşkusuz bazı özgün deneyimlere sahiptirler.

Aslında yaşadığımız hayat aklı başında bir insan için, zaten bize göre de başlı başına bir okul … Ancak daha iyi okuyup-öğrenebilmek için her ne kadar Kovid-19 ile uzaktan eğitim hayatlara girmişse de geleneksel okullar yine “olmazsa olmaz” durumda ...

Bununla beraber okullar olsa bile çağdaş eğitim bilimcilerin önemli bir bölümü, eğitim öğretim müfredatlarının mutlaka “araştırma ve sorgulamaya dayalı öğrenme” üzerinden eğitim-öğretim yapılmasını istiyorlar. Buradaki “Sorgulamak” fiili bazılarının konuyu bilerek saptırdığı gibi hiç kuşkusuz “her önümüze gelen şeye itiraz etmek ve veya gereksiz problemler çıkartmak” anlamında kullanılmıyor.

Günümüzde “insanoğlu için eğitim”, normal koşullarda “karakter oluşumu-aile terbiyesi de” başta olmak üzere ilk ve temel bir aşama olarak “ana baba evinde” başlar; dolayısıyla onlara çok sorular sorarız, hatta bazılarımız ailelerimizi belki de sorularımızla geçmişte pes ettirmiş bile olabilir ...

Okullarda da çocukların bir formasyona bağlı eğitimleri-öğretimleri “asıl olarak” kuşkusuz öğretmenlerin elinden geçer ve yine öğrencilerin sorularıyla dolu, bol soru-cevaplı bir dönemi kapsar. Erkek egemen bir toplum olan ülkemizde gençler ayrıca, okulun ardından gelen “Asker ocağında” subayının-astsubayının da elinden geçer. Ancak buradaki süreç de her ne kadar askeri disiplin nedeniyle “sorusu-sorgulaması az da olsa” Türk erkekleri için genel anlamda bu kısa dönem önemli bir “ilave eğitim ve öğretim” dönemidir.

Bu aile-okul eğitim öğretim süreçlerinin en sonunda ise bazıları için eğitim-öğretim, üniversitelerden de geçer. Meslekler bu doğrultuda oluşturulmaya çabalanır.

Bazıları için ise eğitim-öğretim askerden sonra üniversiteye uğramadan, ya da mesela üniversiteye gidemeyen bayanlarda okul sonrası direkt olarak “Hayat mektebinden” geçer. Ama bu süreçler, herkes için farklı farklı, emek harcamayı gerektiren, meslekle de bütünleşen oldukça uzun, zorlu süreçlerdir.

Aslında bu müfredata dayalı sosyal sayısal vs. sınıf derslerine yönelik “Öğretim” ve özellikle de insanın birey olarak iyi bir insan-vatandaş olarak yetiştirilmesine odaklanan “eğitim” süreçleri ve de bunun sonucu olarak “öğrenme-bilgilenme-beceri kazanma-kültürlenme dönemi” çağdaş insan için normalde hiç bitmez; hatta çoğu insan için yaşam boyu devam eder …

İşte bütün hayatlarını bu muhteşem maksat uğrunda öğrencilerine adamaları ve de insanları topluma faydalı bireyler olmaları için yetiştirmeye çalışmaları nedeniyle, çağdaş dünyanın bizce en saygın mesleğidir “öğretmenlik”. Hele fedakârlık gerektirdiği aşikâr olan mesleğini şu mevcut koşullara rağmen seviyor ise bu saygınlık daha da artar bizim gözümüzde …

Gerçekten de “Öğretmenler” yeni nesillere temel bilimleri, edebiyatı, dilimizi-başka dilleri, güzel sanatları, beden eğitimini ve sporu, çağdaşlığı, yurttaşlığı vs. öğretmelerinin yanı sıra, asıl bu “sorgulama” denilen insanı insan yapan elindeki en büyük “sürekli gelişim gücünü” kullanmayı öğrettikleri (ya da öğretmeleri gerektiği) için “özel ve saygın insanlardır” …

Eğer bir öğretmen “sorgulamayı” öğrencilerine öğretmiyorsa veya sistem nedeniyle öğretemiyorsa ya da yetiştirilme tarzı olarak bu özel ve yaşamsal değeri olan temel yetiden-beceriden yoksunsa, öğrencilerinin gelişmekte olan o bilgiye aç zihinlerine, yetişmelerine ve hatta kişiliklerine, ahlaklarına, toplum terbiyelerine önemli katkısı pek olamaz. Olsa bile, bu çağın gereklerini karşılamaz, oldukça risklidir …

Burada açık kalpli olarak, bu riskin ortadan kaldırılabilmesi için asıl olarak öğretmenlere de “sorgulamayı nasıl öğreteceklerinin” somut bir temel konu olarak ve de katılımcı demokrasinin de altyapısını oluşturabilecek şekilde, çağdaş ilave beceriler kazandırılmaları gerekiyor. Dolayısıyla öğretmenlerin klasik eğitim süreçlerinden itibaren “sorgulamaya” yönelik bazı teknik derslerle-kurslarla takviye edilmelerinin ülkemizin iyiliği ve dirliği ve de geleceği için çok yararlı olabileceğinin altını çizmek isteriz …

İncelememize göre mesela MEB ’lığının resmî sitesinde yer alan “Hayata hazır, sağlıklı ve mutlu bireyler yetiştiren bir eğitim sistemi” şeklindeki Vizyonunda “Sorgulayan bireyler yetiştirmek” hedefi yer almamaktadır. Bizce oraya bu eklense, Vizyonun altı somut projelerle de doldurulacağından, ülkenin gelecekteki hülyası olan Vizyonuna uygun yeni nesillerin oluşturulması anlamında da ülkemizde çok şeyler değişebilir…

Zira günümüzde görüyoruz ki aynen toplumumuz gibi geleneksel bir Cumhuriyet başarısı olarak gördüğümüz “Milli Eğitim sistemimiz de/ Eğitimde Birlik Yasası-yani Tevhidi Tedrisat da” artık şu son özellikle on yıldır yapılanlarla, ister istemez sanki bölündü. Artık iki türlü dünya görüşü üzerinden iki farklı tür eğitim sisteminden iki farklı okul türünden bahsediyoruz adeta ülkemizde. Bu tuhaf durum, ancak demokratik yolla yapılacak seçimlerden sonra değiştirilebilir. Bizce asıl tartışılacak konu “Gelecek nesiller nasıl olmalı?” konusudur … Ani ve suni iç siyaset gündemleriyle yıllardır ekranlarda, sosyal medyada (TBMM’nde???) boğuşuluyor ama bu yaşamsal konuyu açık kalplilikle acaba kim ve ne kadar sıklıkla ele alıyor ki?

Diğer yandan, çoğu uzmanlara göre genel anlamda “insan beyni”, zaten gözlemlerle, işittikleriyle, öğrendikleriyle hele insan eğer çok da okursa ve de “sorgulamayı” temel araç olarak kullanarak eğitim-öğretim odaklı sıkı çalışırsa, “snapsisler” vasıtasıyla beyin hücreleri arasındaki ilişkiler daha da artıyor. Böylece insanoğlu birey olarak zihinsel gelişimini de sürdürebiliyor. Çağdaş bilgi ortamlarında, bu konu bilimsel ve yararlı bir yaklaşım olarak kabul görmekte.   

Ama sıcacık ve tertemiz sınıflarında olsalar da “sorgulamadan” uzak, sadece o babadan kalma “ezberi dayatan, öğrencilerini korkutan bir öğretmen” öğrencisinin gelişimine bizce kolay kolay “çağa uygun bir katma değer” de sağlayamaz. 24 Kasım Öğretmenler günü de kendileri için “şekilseldir” bize göre.

Yaşamlarımızda hepimizin karşılaştığı böyle ezberci, soruyu-sorgulamayı baskılayan tipler hâlâ duruşlarıyla hafızalarımızdadır. Ama artık 21’inci yüzyıldayız ve eğer “çağdaş uygarlığın” peşindeysek bu tiplere Milli Eğitimde pek yer olmamalıdır. Ya da daha iyisi olarak, bunlar bir plan dahilinde en azından bizce geri besleme eğitimlerine alınmalıdırlar. Ayrıca bu ezberciliği tek yol olarak bilip “sorgulamaya” yer vermeyenlerin yaptığı işe acaba eğitim-öğretim denir mi, gerçekten bilemiyoruz ...

Gerçek bir öğretmen bize göre, Baş Öğretmen Mustafa Kemal Atatürk’ün ülkemizin geleceğine yönelik en önemli beklentisi olan “Akılcılık ve Bilim” istikametinden bizce uzaklaşamaz.

Bu kavramların zaten her ikisi de “sorgulamakla” eş değerdir. Hele daha ileri öğretim safhalarında araştırma ya da keşif yaparken bilimin gereği önce “Şüphe bilimin temelidir, kuşku aklın yarısıdır!” diyerek yola çıkılır; ardından da hazırlanan tezlerde hipotezin doğrulanması veya yanlışlanmasıyla yani bilimsel iddia ancak metodolojik bir “sorgulamayla” ortaya konur …

“Sorgulama” ayrıca yaşamımızda artık her yerde vardır; mesela şu anda dünyadaki tüm bilim ordusu, hepimizin yaşamlarını alt üst eden şu Kovid-19’a yönelik ilacı veya aşıyı ancak “sorgulayarak” ve de deneyler yoluyla-akılla bulacak ... Başka bir mücadele yöntemi de yok; mesela Kovid-19 mücadelesi sadece kadere bırakılamaz! Din adamı- imam da olsan, matematik dehası da olsan, o aşıya-ilaca-kimyaya-matematiğe-biyolojiye insan olarak ihtiyaç var ve bu kuşkusuz “fenni sorgulamalarla, ilmi deneylerle, alın ve akıl teriyle” bulunacak …

“Tek başına ezber” bizce çağdaş eğitim-öğretimde buz üstünde yazı yazmaya da benzer. Bir öğretmen olarak mesela Atatürk ilkelerini ezbere genç bir insana saydırabilirsiniz ama böyle yaparsanız da ilkelerin her biri hakkında tek kelime dahi konuşamayan IQ’su pek de yüksek olmayan (Türkiye ortalaması halen 90) ve de hiçbir şeyi “sorgulayamayan” nice ezberci nesiller yetiştirirsiniz. İşte 24 Kasım Öğretmenler gününü kutlarken tekrar hissediyoruz ki “Çağdaş öğretmen ve öğretimin nesli bizce bu olamaz, olmamalıdır!” … Zaten mütevazı sayılabilecek gözlemlerimize göre, yeni nesil “Gelecek yaşamında kendisine nelerin yararlı olacağına dair gerçekleri” zaten çoktandır görmeye başlamıştır …

Atatürk’ün yaşamsal Vizyonu olan “Çağdaş Uygarlıklar Düzeyine” ise bu güzel ama doğru bilgiye-eğitim öğretime hâlâ aç insanlarımızla ve bu kadarcık kısıtlı donanımla kolay kolay çıkılamayabilir. İşte “Sorgulama” bir başlatıcı-harekete geçirici olarak, çağdaş bir eğitim-öğretimin bizce bel kemiğidir. Bugünkü nesli fedakârca sırtlayıp geleceğe asıl taşıyacak olanlar her ne olursa olsun ülkemizde aslen “Milli Eğitim” ordusudur, yani öğretmenlerimizdir.  

İşte tam yeri gelmişken, yaşamsal önemdeki bir konuya daha dikkati çekmeyi uygun buluruz; “Eğitim ve Öğretimin kalitesi, öğretmenlerin diğer devlet memurları arasında kıyasen aldığı maaş seviyesiyle de eş değerdir. Öyle sadece “Aslansın, kaplansın!” ile de olmaz bu iş ... Mesela ABD’nde bu oran yani Öğretmen maaşları dengesi bariz olarak öğretmenlerin lehinedir. Bunun sebebi ise daha donanımlı ve kaliteli insanların öğretmen olmalarının teşvik edilmesidir. Yani öğretmenlerin görevde olanları (emeklisi de dahil) bu konuda hangi iktidar görevde olursa olsun bizce maddi manevi acilen kayırılıp, onöre edilmelidir. Bu çok nettir.

Ayrıca şunu da düşünelim; çoğu “Kutsal kitaplar neden hep sorularla doludur? Acaba insanoğlu aklını kullansın ve beynini daha da fazla çalıştırsın” diye olamaz mı bu?

Biz çocukluğumuzdan hatırlıyoruz da o zamanlar ne kadar çok “bilmece bildirmece” oyunları vardı. Üç taş, beş taş, dokuz taş dama ve satranç gibi akıllara dayalı oyunlar her tarafta çok yaygındı. Ama bunların karşısında rakip olarak o zamanlarda da zara dayanan (şansa-kadere dayanan) tavla vardı. Satrançla-tavla bir ara hoş bir rekabet halindeydi. Sonunda Kars gibi “insanı aydın iller” hariç ülkedeki kahvehanelerin hemen hepsinde o mücadeleyi şansa dayalı tavla kazanmıştı. Gerçi şu son süreçte (2009) “satranç” seçmeli ders bile oldu ülkemizde ama acaba bunu kaç kişi seçiyordur şimdilerde, bunu hiç bilemiyoruz[3] …

“Sorgulama” ayrıca asıl sorularla zenginleşir. Genel bir kural olarak da soru soran bir insan, cevabını da arar! Gelen cevap ise kendi kafamızdaki cevapla “ya çakışır ya da çatışır” ve de “sürekli gelişim” gereği sistemin dinamikliğinin kaynağı olan “geri beslemeyi” de kullanıp doğal bir sonuç olarak “daha güzel ve daha renkli bir ortak cevaba” doğru gider bu akış …

Bu çağda artık düşünceler, “sorular, sorgulamalar, cevaplar” yani belli bir mantığı güden arayışlar, bizce eninde sonunda çoğunlukla bir “sebep sonuç analizine” de dayandırılıyor.

Eğer sorgulamaya programlanmış ve yetişmiş iyi eğitimli bir beyne sahipsek, genelde “sorgulamayı” zaten hemen zihnimizde yaparız, fakat detayları kaçırabiliriz.

Bu yüzden, bu tür sorgulamaya yönelik somut araçlar günümüzde artık belli usul ve metodolojilere de oturtulmuştur. Bazı eğitim yardımcıları (problem çözme teknikleri) ya da fikir oluşturma analizleri vurguladığımız üzere aslında sisteme “katma değer sağlayabilecek yaratıcı veya yeni bir fikrin-detayın” dikkatlerden kaçmasını da önleyebilir.

İşte bütün buraya kadar ki söylediklerimiz dikkate alındığında sonuç olarak, şu güzel “24 Kasım Öğretmenler Gününü” şu an birlikte anarken biz diyoruz ki gelecek nesilleri eğitecek-onlara öğretecek öğretmenlerimizin eğitimleri keşke özünde ve odağında “sorgulamayı” esas alıyor olsa! Olsa ki onlar da yeni nesilleri “sorgulayan nesiller” olarak yetiştirebilseler!

Böylece bu taktirde bu yeni yetişecek nesiller, kuşaklar, çocuklar, gençler; vatandaş vergileriyle hazırlanan o çok para harcanan dizilerdeki gibi her söylenene-yapılana, “sultanına el pençe divan duran boynu bükük sadık tebaası” olarak değil de ülkeye-insanlığa faydalı, soran-sorgulayan, demokratik ölçülerde hesap soran “akılcı cesur çağdaş yurttaşlar” olurlar.

İşte bugün hiç değilse buraya kadar anlatmaya çalıştığımız konuya “bir başlangıç olarak”, Cumhuriyetimizin o eşsiz Baş Öğretmen’inin “uygulamanın öğretimdeki önemine” dair en yukarıda yazdığımız vurgusuna somut bir örnek olarak, şu öğrenmesi çok klasik ve kolay ve de üstelik kullanımı çok zevkli olan, mevcut “sorgulama” pratik araçlarından birisi “neden sonuç analizini (Balık kılçığı diyagramını)” yaşantımızda bir kez olsun kendimize uygulayalım.

Özellikle de şu korona günlerinde eğer evdeyseniz, ailece ya da fert fert her gün, internetteki örneklerine de bakıp bir “ortak sorun” belirleyip birer “Sebep-Sonuç Analizi” yapmanızı öneriyoruz (Tıklayınız: Kaoru Ishikawa'nın Balık Kılçığı Diyagramı Örnekleri ). Lütfen bir kurşun kalem ve boş bir sayfa alıp kahvenizi yudumlarken bunu içtenlikle hazırlamayı deneyin[4]. Göreceksiniz çok seveceksiniz ...

“24 Kasım Öğretmenler Günü” kutlu olsun…

Şişli 19 Mayıs İlkokulundaki[5] okuma yazmayı ve matematiği bana öğreten İlk öğretmenlerim “Refika Güvenç ve Özcan öğretmenlerime” ve yaşantıma katkıda bulunan tüm Cumhuriyet Öğretmenlerinin de yaşayanlarını minnet ve saygıyla, bu dünyadan ayrılanları ise rahmetle anıyorum. Güzel Günlere …

[1] 27 Ekim 1922, “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2006, sayfa 386-389.

[2] Ülkemizde "Öğretmenler Günü" ilk defa 1981 yılında başlatılmış bir uygulamadır. UNESCO'nun da 1994 yılındaki önerisiyle birçok ülke farklı tarihlerde de olsa bugünü kutlamaktadır. 24 Kasım 1928, aslında Atatürk’ün Millet Mekteplerinin Başöğretmenliğini kabul ettiği gündür. Mustafa Kemal Atatürk'e "Millet Mektepleri Başöğretmenliği" unvanını 11 Kasım 1928'de yaptığı toplantıda Bakanlar Kurulu vermişti. 24 Kasım tarihi ülkemizde işte bu nedenle bu özel güne tahsis edilmiştir.   

[3] Bizce keşke seçmeli değil de mecburi ders olsaydı ve ülkedeki İmam Hatip Liseleri de dahil okullarda herkes zorunlu ders olarak öğrenseydi o insan yaşamına da katkıda bulunabilecek muhteşem oyunu. Belki bir gün olur.

[4] Hazırladığınız Balık Kılçığı diyagramın üzerinden de bir öncelik verip tedbirleri sıralamaya başlayarak bu tekniği yaşamınıza katın. “Sonuç ya da sorun (balığın kafasına)-nedenler (balığın kılçıklarına) yazılır.

[5] 2012 yılında bir ani kanunla bugün 65 yıllık olan bu tarihi ilk okulun da diğer birçoğu gibi adı değiştirilmiş ve “Şişli 19 Mayıs İmam Hatip İlk Öğretim Okulu” yapılmıştır.