Anayasal güvencede (!) ve keyfilik ikliminde emek

~ 04.06.2020, Ali Rıza AYDIN ~

Geçen haftaki yazımızda,  Anayasada çelişkileri ve sahtelikleri en fazla içinde taşıyan kavramların başında “herkes”, “demokrasi”, “eşitlik”, “adalet” “sosyal”, “hak ve özgürlükler” geliyor diyerek Anayasadaki belirsizliklerden ve tuzak kavramlardan söz etmiştik. Bu soyut kavramlara dayalı yanılsamalara sığınılarak önerilen seçeneklerin, toplumsal yaşamın kapitalizmin yasalarıyla ve dinsel davranış kurallarıyla sürdürülmesini, insanın insanı sömürmesini, doğanın katledilmesini engelleyemediğini/engelleyemeyeceğini söylemiştik.

Pandemi günlerinde “yaşam hakkı”, herkesin yaşamını “beden ve ruh sağlığı içinde sürdürme hakkı” gibi en temel hakların nasıl güvence altında olduğunu ve devletin bu vazgeçilmez alanlardaki görevlerini nasıl yerine getirdiğini yalnızca anayasal kavramlar üzerinden okumak eksik olur. Geçilen üç aya bakıldığında, birey/toplum sağlığı ve toplumsal güvence yerine çifte standardın geçtiğini, bunun da sömürenler ve sömürülenler arasında sınıfsallığı yansıttığını görüyoruz.

Hukuk devletinin önemli üç ilkesi, “belirlilik”, “genellik” ve “hukuk güvenliği” açık seçik ihlal ediliyor; keyfilik, yargısal denetimi de içine alan hukuk devletinin yerine geçiyor. Ama, bu saptamaya takılıp kalmanın, sanki bu engelden kurtuluş sağlanırsa, yine güncel deyişle hukukta ve yargıda normalleşmeye geçilirse her şey düzelecek rehavetine kapılmanın yararı yok. Kaldı ki, bu saptama pandemiyle de sınırlı değil, toplumsal ilişkilerin her alanında geçerli.

Hukuk devleti, hukuksal güvence denilen şey devletin ve hukukun ve de tabii ki anayasanın sınıfsallığı üzerine kurulu. Bu sınıfsallığı görmeden takılıp kalınan hukuksuzluğun ve keyfiliğin de onun yerine konulması düşünülen hukuk devletinin de analizini yapamayız. Nitekim sağlığın piyasalaşması da, pandemide çifte standart da sınıfsallık içinde.

Hukuksal güvencede, devletin görevleri ve işlevindeki hukuksallık ve denetimde, anayasasından yasasına, genelgesine ve sözleşmesine kadar hukuk normlarının konulmasında ve uygulanmasında hemen her olayda karşımıza çıkan keyfilik iki işi birden görüyor.

Birincisi, sermayenin krizinin atlatılmasına, istikrarı ve birikimine sınırsız destek; ikincisi de metalaştırılmış emeğe sınırsız baskı. Piyasa mekanizmaları ile devletin kurumsal ve hukuksal müdahalesinin buluşması hem sömürüyü daha etkili kılıyor hem de emekçilerin haklarını budayıp mücadele gücünü baskılıyor. Üretim sürecinin emekçilerin sağlığının önüne geçtiği açık.

Emek politikalarının ekonomik ve siyasal temellerine bir de milliyetçilik ve dinsellik eklendiğinde hukukun piyasaya düşmesi de “üretim hukukuyla” hiç ters düşmüyor. Dolayısıyla keyfilik dediğimiz öyle politikasız, plansız, hedefsiz değil. Üzerinde söz ve karar sahibi olan bir sınıf (sermaye sınıfı) ve onun iktidarı var.      

Anayasa üzerinden devam edersek buna Anayasanın ekonomi politiği diyoruz, kapitalizmin ekonomi politiğinin sömürü olduğunu da tekrar tekrar anımsatarak.

Aslında hukukun ve devletin sınıfsallığını eşitlikten adalete, hak ve özgürlüklerden laik yaşam tarzına, üretim ilişkilerinden toplumsal ilişkilere kadar tüm alanlarda görüyor ve yaşıyoruz.

Örneğin anayasal güvence altındaki TMMOB, TTB, TBB ve benzeri kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına yönelik saldırılarda olduğu gibi temsiliyetten çoklu oda ve birliğe kadar çok yönlü giysi kalıpları çizilmeye başlanması sermayeye ve siyasal iktidarına koşulsuz destek vermeyen örgütlenme modellerini yaşatmama, parçalayarak dağıtma amacını hedefliyor. Sendikalar da aynı sınıfsallığın, yanlılığın ve dağıtmanın hedefi oldu.   

Bu tür tehdit ve parçalamanın altından yasa düzenlemelerindeki sözcük dizileriyle kalkmak olanaksız. Örgütleri parçalayıp yandaşlaştıran, örgütsel niteliği nicelik oyunlarıyla dağıtan yasalar çıkarılmamalı, çıkarılmasına izin verilmemeli. “Parmak sayısı”, “çoğunluk” gibi demokrasi oyunlarının masumiyeti veya Anayasa Mahkemesi denetimi kalıcı çözüm olmaz. İş Anayasa değişikliğine kadar gider.  Ki bu niyet hiç saklanmadı.     

Anayasa ve yasalarda birçok değişiklik yapıldı, birçok yeni yasa çıkarıldı;  KHK’li ve OHAL KHK’li dönemler yaşandı, başkanlı döneme geçiş yaşandı; OHAL’siz OHAL yaşanıyor, pandemi yaşanıyor. Hukukçular CBK’lere kafa yorarken şimdi pandemi kılıflı genelgeler dönemi yaşanıyor.

Esnetilmiş, güvencesizleştirilmiş, keyfileştirilmiş, ucuz işgücünü ve işsizliği kalıcı hale getirmiş çalışma hukuku ve sıklıkla yapılan değişiklikler kendiliğinden gelmedi, gelmez de... Sendikal örgütlenmenin başına gelenler, kamu/özel işverene desteğe varan sendikal esneklik de kendiliğinden olmadı.

AKP’nin çalışma, ücret, sendika, toplu iş sözleşmesi, grev ve sosyal güvenlik hukukunu altüst edişinden önce iş mahkemeleri ve yükseği olan Yargıtay yıllarca uyguladığı işçi lehine yorum eğilimini terk ederek 1990’ların ikinci yarısından itibaren işçi aleyhine kararlar vermeye başladı. Bu kararlar AKP’nin çalışma hukukunu biçimlendirmeye büyük katkı yaptı.

Hak ve özgürlükleri emekçilerin mücadeleleri getirdi, budamayı kapitalistler yaptı/yaptırdı. Kolektif emeğe dayanan mücadeleler baskı ve şiddetle engellenmeye çalışılıp uzun zaman dilimlerine yayılırken, budamalar sermaye/iktidar işbirliğiyle, yasama ve yargı desteğiyle gümbür gümbür geliyor.

Örgütlü sınıfsal mücadele, yazarımız Oğuz Oyan’ın Salı yazısında* vurguladığı gibi “asla kapitalizmin daha ‘insancıl’ bir öze bürünmesi sınırları içine hapsedilemez”. Emekçilerin kapitalizmin nefessiz bıraktığı dünyada onların buyurucu/yasaklayıcı/denetleyici iktidarının sahte ve geçici yaşam öpücükleriyle yaşayamayacakları gerçek. Sosyalist devrim kaçınılmaz.

Ali Rıza AYDIN | Tüm Yazıları
Hits: 2900